Türk Muhafazakârlığı Sorunları
Giriş
2006'dan bu yana,
aralarında modernlik, kimlik, Şarkiyatçılık gibi konulara ayrılmış olanlar
bulunsa da önemli bir bölümü muhafazakârlık ve Türk muhafazakârlığını
ideolojik, siyasal, felsefi ve edebi veçheleriyle analiz etmeye çalışan
kitaplar kaleme alıyorum. Bir ideoloji ve düşünce akımı olarak muhafazakârlığın
teorik içeriğinin yanı sıra, Topçu, Yahya Kemal, Tanpınar, Şekip Tunç, Peyami
Safa, Cemil Meriç, Necip Fazıl ve diğer figürlerle ilgili, betimleyicilikle
yetinmeyen, tezler öne süren bu çalışmaların önde gelenleri, Muhafazakârlığın İki Yüzü ve (2009,
2014) onu farklı açılardan tamamlayan Tekno-Muhafazakârlığın
Eleştirisi: Politik Denemeler (2016). Alanın öncü yorumcularından Tanıl
Bora’nın bu son kitabın arka kapak yazısında belirttiği gibi söz konusu
faaliyetin öncelikle “Türk muhafazakârlığı üzerine sistemli çalışma” biçiminde
karakterize olduğu söylenebilir herhâlde. Muhafazakârlık ve Türk
muhafazakârlığı hakkında “sistemli” düşünme çabasının boyutlarından biri de
literatür takibi olsa gerektir. Dolayısıyla, farklı nedenlerle konudan emekli
olmayı defalarca düşünmüş olsam bile, konuyla ilgili yeni yayınları mümkün olduğunca
takip etmeye çalışıyor, bâzen de literatürün sorunlarını tartışmak amacıyla
eleştiriler yazıyorum. Hattâ bu yazılar literatürdeki egemen eğilimlerin
sorunlarını gösterip kendi argümanlarımın sağlamasını yapabildikleri ölçüde kitapların
bir parçası haline geliyor.[1]
Nisan ayının ortalarına doğru kitapçı
dolaşırken her hafta takip etmeye çalıştığım yeni çıkanlar rafında bir kitap
dikkatimi çekti. Şubat 2017’de Alfa Yayınları'ndan çıkmış Türk Muhafazakârlığı başlıklı bir kitap. Yazarı, geçen sene
kitaplarım hakkındaki teveccühü vesilesiyle diyaloğa girdiğimiz Hasan Aksakal.
Aksakal, kitaplarımdan “kana
kana istifade ettiği”ni, dost meclislerinde bu eserlerin her hafta
konuşulduğunu, kavramsallaştırdığım “tekno-muhafazakârlık”ın çok açıklayıcı bir
kavram olduğunu yazdığında bir yandan entelektüel emeğin akran grubunda
karşılık bulmasına sevinmiş diğer yandansa ilginin yoğunluğu karşısında biraz
mahcup olmuştum. Tahmin edilebileceği gibi, bir post-doktora çalışması olarak
hazırlandığı vurgulanan bu kitabı hem çalışmalarıma yönelik bir değerlendirme, tartışma, eleştiri veya
tezlerinden hareketle bir uygulama
olup olmadığına hem de çalıştığım alanlardan birinde çıkan yeni bir kitapta
hangi yeni fikirlerle karşılaşacağıma dair bir merakla elime aldım.[2]
Sonuçta bu bölüm çıktı ortaya. Yazı, siyasal, metodolojik, teorik, usûl ve
etiğe yönelik katmanlarla genişlediğinden biraz uzadı. Buradaki başlıca amacım
Türk muhafazakârlığı konusunda önceki çalışmalarımda teşhis ettiğim kültürelciliğin
hangi formlarda ortaya çıktığını ve Türk muhafazakârlığı çalışmalarında aktüel
durumda karşılaşılan sorunların neler olduğunu çözümlemek. Diğer bir deyişle, başka
bir eleştiride (2009) belirttiğim gibi (2009), “bu kitabın eleştirisinden
hareketle muhafazakârlığın ele alınmasındaki problemli noktaları
somutlaştırmak.”
I.
Metodolojik Sorunlar
Türk Muhafazakârlığı Konsepti Sorunu
Kitabın başlığını ve
araştırma nesnesini oluşturan “Türk muhafazakârlığı” çerçevesinden başlayalım.
Böylelikle daha başlangıçta yazarın nesnesiyle nasıl bir ilişki kurduğuna ve “cevelan”da
göstermeye çalıştığım bir literatürle gelişen Türk muhafazakârlığı konsepti
bağlamında kitabın nasıl değerlendirilebileceğine yönelik bir fikir edinmiş
oluruz. Aşağıda, kitabın neden bir Türk muhafazakârlığı sorununu çözemeden işe
koyulduğunu izah etmeye çalışacağım. Burada kastettiğim “sorun” kelimenin
olumsuz anlamında bir problem olup “sorunsal” belirlemeden farklı bir anlam
taşımaktadır. Bununla birlikte, bölümün devamında araştırma nesnesinin analitik
ve teorik olarak belirlenememesi olarak analiz edeceğim, sorunsalın vazıh bir
biçimde ortaya konulamaması sorununa da etki eder.
Türk
muhafazakârlığı başlıklı kitabın kapağında 6 portre dikkat çekiyor: Sol baştan
itibaren, Namık Kemal, Yahya Kemal, Peyami Safa, Tanpınar, Necip Fazıl, Cemil
Meriç. Kitabın sırtında ise Namık Kemal, Yahya Kemal ve Peyami Safa portreleri
tercih edilmiş. Figürlerin yerleştirildiği kapak ve sırt, Türk
Muhafazakârlığı’ndan ziyade Türk Muhafazakârları gibi bir başlığı
çağrıştırıyor. En azından figürler üzerine bir kitap olduğunu anlıyoruz, her ne
kadar figürlerin bir kısmı oldukça sınırlı ele alınmışsa da. Sözgelimi,
içindekiler bölümüne bakıldığında, kapaktaki portrelerden biri olan Tanpınar
hakkında müstakil bir yazının bulunmadığı, Cemil Meriç’e ise Şinasi ile
birlikte “medeniyet” bağlamında ele alındığı yazıda sadece 7 sayfa yer
verildiği anlaşılıyor. Ayrıca kapaktaki portrelerden Namık Kemal ve
içindekilerde -bir kitap tanıtımı yazısıyla- yer alan Fuad Köprülü’nün Türk
muhafazakârlığı konseptine doğrudan girmeyen ve bu alanda yerleşik olmayan
figürler olduğunu belirtmeliyiz.
Kapağın
ardından giriş bölümünde Türk muhafazakârlığı konusunun nasıl takdim edildiğine
geçelim. Önceki bölümlerde yaptığımız Türk muhafazakârlığında cevelandan
hareketle kitabın girişindeki temel bir varsayıma itiraz etmek mümkün. Yazar, “cevelan”daki
literatürü “hikâye” olarak anıyor, ilgi çekici ama imkânsız bir hikâye:
“…bu büyük
hikâyenin seyri ve serencamı son derecede ilginç olmasına rağmen, Türk
muhafazakârlığının sınırlarını çizen, neredeyse
tüm yönlerini derli toplu ortaya koyan müstakil bir kitaba en azından ben
rastlamadım.” (s. 21) (abç)
Talihsiz
muhatap okunmaya değer olmasına karşın hiç anlatılmamış bir hikâyeyle karşı
karşıya bulunduğunu düşünebilir. Hikâye hakikaten çok ilginç ama anlatanlar?..
Sadece Yahya Kemal-Tanpınar çizgisinin, “huzur üslûbu”, “klasik
muhafazakârlık”, “Türk gelenekçi muhafazakârlığı”, “Bergsoncu muhafazakârlık”,
“kültürel muhafazakârlık”, “gelen-ekçi muhafazakârlık” vd. gibi yaklaşık on
farklı biçimde tanımlandığını görmüştük. Bunun yanında bir de diğer ekoller
(veya tanımlar), örneğin, “muhafazakâr devrim”, “romantik muhafazakârlık” ve
diğerleri düşünülürse, “tüm yönlerini derli toplu ortaya koyan” bir kitabın
zaten oldukça zor tasavvur edilebileceği kolaylıkla anlaşılabilir(di).[3]
İmkânsız olmasa da zor bir
tasavvuru ortaya koyarak var olanı göz ardı etmenin iyi bir akademik araştırma
usûlü olmadığı çok açık.
Yazar,
bunun hemen ardından bu kez sözünü ettiği yokluğu araştırma nesnesinin doğasına
bağlamayı deniyor:
“Bu sonuç belki de
birbiriyle bu kadar çok çekişen, birbiriyle bu kadar zıtlaşan bir fikirler
ağından, yekpare bir bütün çıkarılması imkânsız olduğu içindir.” (s. 21)
Türk
muhafazakârlığının (araştırma nesnesinin) muğlak ve belirsiz olması bu konudaki
literatürü sınırlandırmıştır...[4]
Neden böyledir? Muhafazakârlığın tanımındaki zorluklar kendine has bir nitelik
sergileyebilir, bu ayrı bir konu. Ancak mevcut literatüre bakıldığında, muhafazakârlık
haricindeki ideolojilerde nesnemiz “yekpâre bir bütün” olarak kendiliğinden
gelir mi ve bu ideolojiler bu nedenle mi yoğun bir literatüre sahiptirler?
Örneğin, Marksizm, liberalizm, anarşizm ve diğer ideolojilerde “yekpâre bir
bütün” mevcut mudur? Aslına bakılırsa çok az siyasal bilim nesnesi “yekpâre bir
bütün” teşkil eder; çalışma genellikle bu tür bütünlük koşullarında ilerlemez.
Bir siyasal nesneyi çeşitli yönleriyle kuran yorumcular vardır, nesnenin verili
bütünlüğü değil. Nesne sürekli yeniden inşa edilirken yekpâre bir bütünlükten
söz etmek mümkün müdür?
Yazar,
takiben, literatür bölümündeki
safhalarından bir cümle olsun söz etmek yerine, 1990’larda, yâni yaklaşık otuz
yıl önce konu hakkında kalem oynatmış isimleri hızlıca sayıp geçiyor.
Literatürü az da olsa takip etmiş okuyucu için olmazsa olmaz bir hamle,
ustalara göstermelik saygı duruşu. Sonraki bölümlerde entelektüel gelenek problemleri minvalinde analiz edeceğim biçimde,
bu isimler, yaptıkları katkıların niteliği hiçbir biçimde ayrıştırılmadan ve
son derece tuhaf bir biçimde “saf”lar halinde düzenleniyorlar; olağanüstü bir
süratle geçiliyorlar. Nihayet bu yüzeysel ve hızlı resmi geçitten sonra yazarın
-muhafazakârlığı nasıl çözümleyeceğine dair bir açıklamayı değil- “safı”nın kimlerden
(hangi isimlerden) yana olduğunu okuyoruz; yazarın safı (nasıl? kendiliğinden)
belli olmasına rağmen, “kendi sesi”yle konuşmak istediğini öğreniyoruz. Bu
kısım, yazarın sadece otuz yıl önceki Türk muhafazakârlığı yorumcularına neden
aceleyle yer verdiğini açıklayan, alanın boşluğuna (veya uzun süredir boş
olduğundan boş denebileceğine) yönelik önemli bir hamleyle sona eriyor.[5]
Yazar birkaç satırlık jet hızında bir literatür gezintisi yapmış olmasına
karşın, burada, genç nesilde entelektüel olgunluktan söz edebileceğimiz bir
şeyin çıkmadığını söylüyor. Bu hikâyeye akademisyenin
acemi katil olarak portresi kısmında kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Girişte
belirtildiği ölçüde muğlak ve sınırları belirsiz bir “Türk muhafazakârlığı”
nesnesi varsayımı ya fiziksel nedenlere (eksik literatür araştırması) ya da
bazı öznel nedenlere (sıfırdan başlangıçlar) dayanmaktadır. Deyim yerindeyse
bir “Alman idealizmi” olmasa bile sınırları 1980’lerden bugüne geçirdiği
dönüşüm içinde gitgide değişen ama bu değişim içinde belirlenen, oluşumuna
devam eden bir konseptten söz edilebilir(di) oysa. Yazar alanın boşluğu
yargısının ardından gelişigüzel hareket edebileceğine vehmetmek yerine başlığa
taşıdığı konunun literatürünü iyice araştırmış olsa, her tür tasarrufun yapılabileceği
ölçüde mahiyeti muğlak ve sınırları belirsiz bir nesneyle değil, yekpâre olmasa
da 1980’lerden itibaren gelişen ve (huzur üslûbu; gelenekçi, Bergsoncu, klasik,
gelen-ekçi, liberal, romantik, devrimci, tekno gibi) çeşitli şekillerde tanımlanmaya çalışılan bir
siyasal gerçeklikle iştigal ettiğinin farkına varabilirdi. Konuyla ilgili
literatürü araştırmamak veya okuyucuya layıkıyla (örneğin somut referanslarla
muhatap alarak) tanıtmamak, ex nihilo başlangıçların
yapılabileceği ve her türden şekillendirmeye açık bir evrende faaliyet
gösterildiği yanılsamasına yol açabilir. Entelektüel emeğin itinayla hiç
edilmesinin yordamlarına giriş de böyle gerçekleşir.
Yeniden
ifade etmek gerekirse, bir literatürde süregiden tartışmalar gereğince
sınırların tüm şeffaflığıyla belirlenmesi imkânsızdır. Bu nedenle “neredeyse
tüm yönlerini derli toplu ortaya koyan” kitabın yokluğu literatürün kanlı canlı
oluşumuna devam ettiği gerçeğini değiştirmez. Yazar, zaten gerçekleşmesi
imkânsız (“tüm yönleri”) bir beklentiyi kendisine çıkış noktası almak ve
literatürdeki boşluğu iddia etmekle (“…bir kitaba henüz rastlamadım”) ya
kitabın eksikliklerini haklılaştırmaya çalışıyor ya da sıfırdan bir başlangıç
belirliyor. Oysa açıklamaya çalıştığım üzere, bir fenomenoloji literatürü gibi
olmasa da Türk muhafazakârlığı konseptinden söz edilebilir; hem de yazarın
temel figürlerinin Yahya Kemal, Peyami Safa ve Necip Fazıl’la sınırlı olduğunu
düşünürsek, çok daha kolaylıkla…
Bir
muhafazakârlık araştırmasına girişen yazarın yanıtlaması gereken ilk soru
“hangi muhafazakârlık?”tır. Bu soru sorulmadan nesnenin belirsizliğine
hükmetmek kestirmecilik ve kolaycılıktır. Muhafazakârlığın miladını Cumhuriyet olarak belirlersek,
erken Cumhuriyet döneminden bu yana, yaklaşık yüz yıllık bir siyasal
gerçeklikten bahsediyoruz demektir. Bu gerçeklik, onun belli safhaları ve
baskın eğilimleri, göstermeye çalıştığım Türk muhafazakârlığı literatüründe
çeşitli formülasyonlarla anlaşılmaya çalışılmıştır. Sonradan gelen araştırmacı
da bu anlama çabalarını tanıtıp kendi katkısının ne olduğunu gösterir ve
araştırmaya -baştan ‘nesne yok’ demek yerine- ‘o nesneyi hangi açıdan, hangi
kesitiyle, hangi safhasıyla, hangi baskın eğilimler açısından ele almalıyım?’
sorusuyla girişir.[6] Çünkü
Türk muhafazakârlığı diye bir nesne, yorumcular onu muhtelif şekillerde
tanımladığı ölçüde varolagelmiştir.
Dahası,
yorumcu yerleşik olmayan bir figürü ilgili konsepte katmak istediğinde
genellikle bir açıklama beklenir. Mesela Alman İdealizmi’ne daha önce ele
alınmamış bir filozofu dahil etmek istiyorsunuz veya İkinci Yeni’ye bilinen
şairleri dışında bir figürü ekleyeceksiniz, bunun neden böyle olduğuna yönelik
ikna edici bir izahat gerekir. Bu açıklama çabası, bir haritalama işlemini
başkasıyla değiştiren bir konfigürasyon olarak siyasal bilim pratiğinde bir
motor vazifesi görür.
Türkiye’deki
en önemli İslâmcılık araştırmacılarından biri olan İsmail Kara’nın
İslamcılık’ın öncü figürlerinden biri olarak değerlendirdiği, “İstikbal”
başlıklı yazısında “…layıkıyla düşünülsün, insanın hayatı yalnız istikbalden
ibaret değil midir? Mazi nedir? Bir mevt-i ebedi…” diye yazan Namık Kemal’i
klasik çizgisi itibarıyla tarihi sürekliliği temel alan “Türk muhafazakârlığı”
içinde temel figür olarak almamızın gerekçeleri nelerdir? Muhafazakârlığın İki Yüzü’ndeki “Modern Epistemik Cemaatin Üyeleri:
Kemalizm ve İslâmcılık Karşısında Türk Muhafazakârlığı” bölümünde Namık Kemal’i
özellikle zaman algısı ve tarihsel gecikmişlik perspektifi açısından İslâmcı “rasyonalizm”in
temsilcilerinden biri biçiminde, muhafazakârlığın “empirizm”inden farklı bir
ekolün takipçisi olarak ele almış, bunun gerekçelerini teorik bir çerçevede
analiz etmiştim. Namık Kemal’in düşünceleri farklı bir bakış açısıyla da
değerlendirilebilir. Önemli olan, bu açıklama çabasının ürettiği gerilimi
siyasal bilimin enerjisi için sürdürmektir.
Namık Kemal’in Türk Muhafazakârlığı
başlıklı bir kitabın ağırlığını taşıyacak bölüm olarak neden yer aldığının
rasyonelleştirilmesiyle başarılabilirdi bu. Aksi takdirde akademik açıdan en
hazırlıklı bölümü Namık Kemal olan bir Türk muhafazakârlığı kitabının ortaya
çıkması kaçınılmaz hale gelir.[7] Kitapta, muhafazakârlık ve Türk
muhafazakârlığına yönelik teorik çerçeve hayli zayıf kaldığı gibi, bu tür bir
bütünleştirme de bulunmamakta. Bu durumda, 205 sayfalık kitabın yaklaşık
yarısını kaplayan, Türk muhafazakârlığı başlığını taşıması zor olan yazılar
(örneğin, Namık Kemal bölümü, yine Türk muhafazakârlığının öncü figürleri
arasında yer almayan Fuad Köprülü hakkındaki kitap tanıtımı yazısı, Şinasi’yle
ilgili bölüm, Avrupamerkezcilikle ilgili bir sunumun yazısı, Mızraksız İlmihal’e dair kitap tanıtımı
yazısı) hariç tutulduğunda kitabın başlığına münasip içeriğinin hacmi oldukça
azalacak, hattâ kitap formu bu niceliksel değişimle birlikte nitel bir değişime
uğrayarak ortadan kalkacaktır. Başka bir anlatımla, kitabın içeriği başlığıyla
orantısız olduğundan, içeriğinin sınırlılığı, dağınıklığı ve teorik zayıflığı
nedeniyle artık yerleşik bir konsept olan “Türk muhafazakârlığı”nın ağırlığını
taşımamaktadır.
Metodolojik Sorunlara Giriş
Üslûp sözün süslenmesi değil, şeyleri görme biçimidir.
Jacques Ranciere
Bu tür kitaplarda
giriş veya önsözün yaptığı iş, içeriği tanıtırken birbirinden farklı bölümler
arasında bağ kurması ve mümkünse bir tez ortaya atıp onu olabildiğince izah
etmesidir. Yazar, aslında tutarlı bir bütünlük oluşturmak için çok parçalı ve
yetersiz görünen makaleleri bütünleştirmek üzere ekstra bir hamle yapmayı
tasarladığından olsa gerek[8]
giriş bölümü bir tutkal gibi zuhur ediyor. Türk muhafazakârlığıyla ilgili içeriği
uzunca çözümlemeye çalışacağım ama bununla yakından ilgili olan üslûba göz
atarak başlayalım. Zira üslûp, yapıştırıcı güç olarak, analitik şekilde
birleştirilememiş parçaları sıkı sıkıya bağlamak üzere ayrı bir görev edinerek
argümantasyonun yapması gereken işi devralmışa benziyor:
“2007
Cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesinden bu yana yaşadığımız şu uzun on yıl
zarfında muhafazakâr okur-yazar çevreler için günlük politik gelişmelere
ilişkin köşe yazıları Osmanlı'da bir vezirin başına gelenlere değinmeden, günlük hadiseler Ahmet Hamdi Tanpınar'ın roman karakterlerine atıf yapılmadan,
bayramlar Yahya Kemal Beyatlı'nın bir
şiiri okunmadan konuşulamaz oldu. Siyasetçiler olur olmaz yerlerde Necip
Fazıl ve Mehmet Âkif'ten mısralar okuyup Mevlânâ'nın büsbütün turistikleşen
Şeb-i Aruz merasiminde saf tutmakta yarış ediyor. Diyanet çocuklara tecavüzü, kadınlara sistematik şiddeti, doğa
katliamlarını, kul hakkını, iş ve
işçi güvenliğini konuşamaz hâle ge(tiri)lirken, her cuma camiler Alp
Arslan'dan, Yavuz Selim'den tarih dersleri vaaz etmekte. Son birkaç yılda Milli
Eğitim Bakanlığı'nın ders kitapları Steinbeck'i, Pir Sultan Abdal'ı, Yunus
Emre'yi sansürlerken, ortalık ebru ve ney kurslarıyla doldu. Tiyatro
sahnelerinden Hamlet, Faust, Sefiller gibi en temel klasikler dahi
çıkarılırken, tartışmaların seviyesi, Shakespeare'in aslında Müslüman olup
olmadığına kadar indi(rildi).” (s. 14) (abç)
İlk
izlenim, üslûp açısından pek etkileyici bir giriş olduğunu söylüyor. 2016 sonu
veya 2017'nin başlarında yazılmış olduğu düşünülebilecek bu önsözün açılışında Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi'nde
"tekno-muhafazakârlık"ın sadece klasik anlamıyla bir ideoloji
olmadığını aynı zamanda gündeliklik içinde şekillenen söylemlerle kurulduğunu
kanıtlamak üzere işaret ettiğim birçok olay bulunduğundan -kabaca bakıldığında-
ideolojik açıdan katılmamam da mümkün değil zâten.[9]
Lâkin
eleştirel metin okumalarına âşina bir okur, parçada Simmel'in Berlin Sanayi Sergisi'ni andıran farklı
düzeyde bir fetişizmin cereyan ettiği hissine kapılabilir. Simmel'in
analizleriyle ilk defa Benjamin'in Pasajlar’ında
(2004) karşılaşmıştım. Benjamin, akademik tezi olan Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı’ndan (2013) Baudelaire
hakkındaki sonraki çalışmalarına kadar eleştiri ve üslûp sorununa kafa
yorduğundan aşağıdaki analiz üslûp bağlamında da yeniden düşünülebilir
sanıyorum. Simmel, Benjamin’in Pasajlar’da
meta fetişizmi bölümlerini yazarken en fazla dikkat kesildiği[10]
eserlerden biri olan Berlin Sanayi Sergisi’nde,
“farklı türden sanayi ürünlerinin yan yana
sıkışık bir halde durmaları” diyordu; “algılama
yetisinin felç olmasına yol açıyor. Tekil izlenimin sadece bilincin en
yüksek katmanlarını sıyırıp geçtiği ve sonunda tekrarlanan bir sunuşa dayalı olarak sayısız dikkate değer, fakat
kendi içinde parçalanıp dağılmışlığı içinde zayıf kalan izlenimlerin yarattığı
kederin üstünde zafer kazanmış olarak hatırda kalan gerçek bir hipnoz. Sunulan ve istenen şey şudur: Burada eğlenmek
gerekir.” (Simmel’den: Jung, 1995) (abç)
Tabir-i
caizse, üslûp fetişizmi de, kategorik
olarak farklı türden fenomenlerin yan yana, sıkışık bir düzen içinde
tutulmalarının açıklama yetisini felç etmesiyle ortaya çıkar. Bunun yol açtığı
hipnozla amaçlanan şey sadece şudur: Burada sadece karşı “saf”a kızmak icap
eder. (Bu aynı zamanda Necip Fazıl ve Yahya Kemal figürleriyle ilgili
bölümlerde de devam eden bir tutum olduğundan kayda değer.) Üslûp ve analitik
problemin birbirinden ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiş durumda olduğunu başta
belirtmiştim. Bu aşamada, “farklı türden fenomenler” noktasından analitik
probleme giriş yapabiliriz: Nesnenin
siyasal aciliyetlerinin eleştirel ürünü sakatlaması sorunu.
Aristoteles’in
(2000) kehaneti doğruysa, “zoon politikon”larsak eğer, siyasal aciliyetler
doğamızla ilgili olduğu gibi meşrudur da. Ancak bir post-doktora çalışması açısından
bakıldığında siyasal aciliyetlerle sosyal bilimin gerektirdiği zanaatkâr emek
arasında titizlikle düşünülmesi icap eden hassas bir denge de bulunmaktadır.[11]
Yoksa bilimin otoritesinin kötüye kullanımları gibi kolay sapılabilecek bâtıl
bir yol her zaman orada beklemektedir.
Yazan
bilir. İlk cümleler akılda kalıcı tasarlanır. Anna Karenina ve Kapital'in
ilk cümleleri ideal örnekler oluştururlar. Fakat şunu da bilir: Akılda kalıcı
olmak için niyetlenilen “vuruculuk” üslûp fetişizminin baskısı altına
girdiğinde iş açıklama yönünde zararlı olmaya başlayabilir. Siyasal aciliyet ve
sosyal bilim çabası arasındaki ilişkiye benzer nâzik durum üslûp şıklığı ve
açıklama/açıklayıcılık arasındaki gerilimde de sürüp gider.
Pasajda
yer alan farklı fenomenler; örneğin, popüler tarihçiliğin yaygınlaşması-günlük
hadiselerin Tanpınar’ın roman karakterlerine atıf yapılmadan, bayramların Yahya
Kemal’in bir şiiri olmaksızın konuşulamaması (?)-Mevlana’nın turistikleşmesi-Diyanet’in
tecavüz, sistematik şiddet, doğa katliamlarını, kul hakkı, iş ve işçi
güvenliğini konuşamaz hâle getirmesi ve diğerleri arasında nasıl bir ilişki kuruluyor?
Goethe’nin analizcinin önüne koyduğu görevi hatırlarsak, “gerçekten gizemli bir
sentezle mi karşı karşıya(yız), yoksa ilgilendiği(miz) şey gelişigüzel bir araya
gelmiş bir yığın mıdır?” Yoksa bunlar sadece bir tire veya virgülle mi
bağlanıyorlar?
Farklı
olguları birbirine bağlamak, bağlantı noktalarını okuyucuya -konu siyaseten ne
kadar acil olursa olsun- düşünsel açıklıkla göstermek ve aralarındaki ilişkiyi -bu
tür bir bütünleştirme ancak teorik bir perspektifle mümkün olduğundan- teorik
olarak da belirlemek mi yoksa siyasal aciliyetleri imâ ederek nesnemizi aşırı
politizasyon koşullarında kendiliğinden anlaşılacağı düşünülen harcıâlem bir
döküme fedâ etmek mi?[12]
Akla şöyle sorular da geliyor: (Mesele eleştiriyse) Faşizm koşullarında yazan
Frankfurt Okulu filozofları veya Hapishane
Defterleri’nin Gramsci’si neden siyasal aciliyetin en aşırı formunun
kalbindeyken teorik ürünler vermeye özellikle devam etmişlerdir? Ya da Marx Kapital’i… Bunlar kitabın girişinin
başlığında (“Eleştirel Bir Çerçeve”) kullanılan “eleştiri”nin seçkin örnekleri
değil mi?
Bu
soluksuz açılıştaki şikâyet havasında, yazarın hükümet politikalarından çok
rahatsız iki kişiden birini argümana dayanmaksızın tavlama uğraşı verdiği
hissediliyor. İdeolojik olarak anlaşılabilir bir durum. “Cevelan”da biraz haritalamaya
çalıştığım bir literatüre ait, Türk Muhafazakârlığı başlıklı, siyasal, felsefi
ve edebi literatürü de anlatan bir araştırma nesnesi içinse aceleci olduğu
anlaşılıyor. Aşırı politizasyonun entelektüel çalışmaya zarar vermeye başladığı
bir nokta vardır. Bir soluk al, konunu ortaya koy, açıkla, yorumla; bu süreç
içerisinde ideolojik hemdert okur seninle devam -edecekse- eder. Keza Tanpınar
ilgisinin artmasını hükümet politikalarının doğrudan sonucu gibi sunmak ve
bütün bu tespih tanesi gibi dizilmiş vakaların birbiriyle dolaysızca ilişkili
olduğunu ima etmek ister istemez yazarın okuru vasatlaştırması anlamına gelir.
Eğer aynı zamanda uzun erimli ve teorik yönü güçlü bir iş arzu ediliyorsa,
yazar kendi tekâmülünde okurunu da geliştirir. Genel zihinsel çölleşme, okuru
vasatlaştırma ve nesneye aşırı yüklenen siyasal aciliyetin eleştiri olarak
ortaya atılması siyasi kriz dönemlerinin genel belirtileridir.
Ayrıca
muhafazakâr troller sanki Tanpınar romanlarına atıfla günlük ilişkilerini
düzenliyorlarmış, -Huzur’daki
kahramanlara atıf yaparak- “Neden bugünü yaşamıyorsun? Neden ya mazide ya da
istikbaldesin Mümtaz?” diyerek dolaşırlarmış gibi bir izlenim ediniliyor. “Günlük
hadiselerin Tanpınar roman karakterlerine atıf yapılmadan konuşulamaması” tam
olarak neyi anlatmaktadır? Bir muhafazakâr olarak Tanpınar’ın fiilen varolan
muhafazakârlığı “neredeyse” temellendirdiğini mi? Yoksa yükselen Tanpınar ilgisinin
yükselen muhafazakâr politikalarla ilişkili olduğunu mu?... Tanpınar gibi edebiyatçı-düşünürlere
rahat verelim çağrısını kim yapmıştı?[13]
Haklı. Bazı yazarlar aşırı politizasyona karşı halk arasında “aman ver(il)mek”
olarak bilinen konumu biraz hak ediyorlar. Hele Tanpınar gibi estet yönü çok
güçlü ve yüzeysel bir politik hamlede tüketilemez yazarlar... Türk
muhafazakârlığı/muhafazakârları literatüründeki edebiyat eleştirmenleri ve
siyasetbilimciler tarafından nasıl ele alındığını izah etmeye çalışmıştım:
Tanpınar külliyatı aktüel politizasyonda tüketilemeyecek bir çok boyutluluğa
sahip. Tanpınar üzerine 1970’lerde Selahattin Hilav ve diğer eleştirmenlerin
tartışmasıyla başlayan, edebiyat eleştirmeni Moran’ın ardından yazar Pamuk’a
geçen ve sonradan ülkemizin en iyi edebiyat eleştirmenleri Koçak ve Gürbilek’in
devraldığı Tanpınar yorumları ve yorumların sürekli yeniden filizlenmesi,
Derrida’nın bir söyleşisinde (2000) Heidegger felsefesinde hem “toprak öğesi”
hem de abgrund (“uçurum, dipsizlik
düşüncesi”) bulunduğu iddiasını hatırlatır. Bir toprak düşüncesi bağlar/bağlama
yerleştirir ama kaos ve dipsizlik onu -Derridacı bir terimle- yeniden “saçar.”
Tanpınar düşüncesindeki saçılmayı Gürbilek gibi eleştirmenler bir entelektüel
maharetle toplayıp önümüze koydular ama ne yazık ki yazar bu külliyattan
haberdar görünmüyor pek. 2017’de Gürbilek'ten mahrum Tanpınar yazmak ise Bahtin
ve Zweig'tan bihaber Dostoyevski konuşmaya benzer.
Siyasal
aciliyetlerin yorumu sakatlayıcı etkisi, Stalinizm'e kızmış yorumcunun eline
geçirdiği bir çekiçle Troçkizm’in de kafasına vurmasıyla karşılaştırılabilir. Düzeylerin
birbirine indirgenmesi, birbirinden farklı düzeylerin özdeşleştirilmesidir. Düzeylerin birbirine indirgenmesi sorunu,
nesnenin siyasal aciliyet uyarınca aşırı-politize edilmesinin neticesinde
gerçekleşir, yâni aciliyetin eleştirel ürünü sakatlamasının bir varyantı olarak
düşünülebilir. Böyle düşünüldüğünde, metotla ilgili arızî bir durum veya yol
kazası değil analizin değerini düşürecek temel bir olguya işaret eder.
Çağdaş
siyasal muhalefet koşullarında çok sık karşılaşılan düzeylerin birbirine
indirgenmesi probleminin nedenlerinden birinin nesnenin siyasal aciliyetleri
olduğunu açıklamaya çalıştım. Bunun teorik nedenlerinden biri ise kitabın eski
ve yeni muhafazakârlığa dair -belli belirsiz birkaç değini dışında- bir teorik
perspektiften yoksun olması. Bu bağlamda
“farklı türden fenomenler” noktasından hareketle diğer analitik probleme işaret
ederek sorunu bir başka biçimde yeniden ifade edebiliriz: Teorisizlik. Teori, eleştirinin bütünlüğünü kurduğu gibi, onu
sistematik olarak açıklanabilir ve eleştirilebilir bir açıklık uzamına
yerleştirir. Eleştiri bir teoriye veya teorik çerçeveye dayanmadığında
karşımıza çıkan genellikle şu oluyor: Farklı olay, figür ve fikirlerin
aralarında kendiliğinden ve zorunlu bir bağ varmış ve bu apaçık görülebilirmiş
gibi aynı durumun ifadeleri olarak kategorize edilmeleri.
İçinde bulunduğumuz siyasi ve
toplumsal kriz dönemlerinin paradoksal bir etkisi var. Bir yandan eleştiri
harekete geçiyor; öte yandan üst düzey dost-düşman ayrışması nedeniyle açıklama
yerini adlandırıp basitçe sıralamaya, teorik bütünleştirme ise etiketlemeye
bırakıveriyor. Böyle olduğunda, farklı momentler arasındaki bağ kendiliğinden
okunabilirmişçesine ortaya konulur, çünkü yorumcu söz konusu bağın kendi
konumundan ve bu konumu çok iyi tanıyan “dost” kamuoyu tarafından “zâten
okunacağı”nı düşünmektedir. Böylece farklı olaylar yan yana, sıkışık bir
biçimde dizilip kamuoyuna sunulur. Siyasal aciliyetlere saygı icabı, farklı
özgüllükleri ve nitelikleri bulunan olayların özdeşlik cenderesine
sıkıştırıldığını, aralarındaki bağıntının rasyonel olarak açıklanmadığını iddia
eden azaldıkça entelektüel vasatlaşma artar. Adorno’nun tanımladığı anlamıyla,
genel bir kitleselleşme ve vasatlığın kaynağı olan bir “kültür endüstrisi”dir
bu, sağıyla soluyla. Dostlar niye vardır? Bu aralarında bağlantı olan veya
olmayan olay, figür ve fikirleri bütünleştirecek Gestalt birlikleri oldukları için. (Boşuna "birlikler"
demiyorum, ileride "saf"lardan yeniden söz edeceğiz. Buradaki,
safları sıklaştırma anlamında). Oysa bir yazar, tüm siyasal aciliyetlere rağmen
göreli özerkliğini koruyabilmeli ve geliştirebilmelidir. Yazma faaliyeti
özdeşleşme ve özerklik arasındaki gerilimden neşet eden daimi bir mücadeleyi
gerektirir. Bu mücadelenin yokluğunda, parlak sözler onun yerini tutan, ikâme
eden simülasyonlar gibidir.
II.
Usûl Sorunları
Entelektüel Gelenek Sorunu
Meydanın hakkı meydana, mağaranın hakkı mağaraya.
Orhan Koçak
Gürbilek (2011) okurları
hatırlayacaktır, daima “benden önce bir başkası” vardır. Benden evvelki öteki akademik
usûlün en derin katmanlarından birine işaret eder.[14]
Bu katmanda, Voltaireci veya Hobsbawmcı bir ilhamla söylenirse “başkası” olmasa
da icat edilmelidir. Koçak (2016) kendi geleneğinin icat edilmesi meselesini
Turgut Uyar ve İkinci Yeni bağlamında -Birinci Yeni’nin kendinden sonra
gelenlerin İkinci Yeni olarak adlandırılmasıyla adını kazanmasına atıfla-
“ikinin biri doğurması” olarak yorumlar. İki biri doğurmadığında kendi varoluş
zeminini zayıflatmış olur. Aslında kitabın nesnesi olan Türk
Muhafazakârlığı'nın temalarından birine de işaret ediyoruz: Gelenek. Tabii ki
buradaki haliyle entelektüel gelenek. Bakalım yazar kendisini bu post-doktora
çalışmasında bir geleneğin içinde nasıl konumlandırıyor.
Yazar
diyor ki, bir yanda Süleyman Seyfi Öğün, Nuray Mert, Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem
ve Nazım İrem “saf”ı var, diğer yanda ise Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala,
Dücane Cündioğlu, Mustafa Armağan ve Yusuf Kaplan. İki saf da 5 kişiden
oluşuyor. Simetrik bir görüntü ama tutarlılığını formel simetriden mi türetmeye
çalışıyor? Başta ifade etmeye çalıştığım bir sorunla, yâni literatürde usûllere
uygun hareket etme sorunuyla ilgili olduğundan üzerinde durmaya değer bir konu.
Yazar,
bu iki safı İtilaf ve İttifak devletleri gibi sıralarken siyasal aciliyet
sorunları alttan sızdırmaya devam ediyor. Birinci safı sonraya bırakıp ikinci
safa göz atalım. İlk saftakiler muhafazakârlık hakkında teorik açıdan kalem
oynatmış siyasetbilimciler olduğundan ikinci safta da bunun bir karşılığını
arıyoruz. Çünkü akademik usûl, asgari olarak, ‘şu muhafazakârlık
araştırmacılarının falanca görüşlerini paylaşıyorum ve diğerlerinden işte bu
izah ettiğim nedenlerle ayrılıyorum’ açıklamasını gerektirir. Buna karşılık,
kitapta bu yönde rasyonel bir açıklama göremiyoruz. Lâkin şu sorulara tatmin
edici cevaplar bulunması da gerekiyor: İkinci saftaki farklı özgül ağırlık ve
tutumlara sahip yazarlar böyle kolaylıkla “saf”ları nasıl sıklaştırabilirler? Figürleri
bir araya getiren nedir? Muhafazakâr olmaları mı, muhafazakârlık yorumcusu
olmaları mı, yoksa hem muhafazakâr hem de muhafazakârlık yorumcusu olmaları mı?[15]
Saflar, ideolojik konumları mı, tutum almaları mı yoksa yaklaşım konumlarını mı
temel almaktadır? Diyelim ki, ideolojik konumları temel alıyor. Bu durumda,
Kaplan gibi bir “organik aydın”la Cündioğlu gibi son dönemde muhafazakâr
iktidarın kamuoyunda tartışma yaratan bazı icraatlarını tenkit eden bir kamusal
entelektüel bu safta nasıl yer alabilir? O halde, yaklaşım konumları üzerinde
düşünelim. İkinci safta yer alan Pala’nın “muhafazakâr sanat manifestosu” ve
Cündioğlu’nun muhafazakâr sanat programına yönelik eleştirisini aynı düzeydeki
yaklaşımlar olarak saflara dizmek mümkün müdür?[16]
Görünen o ki, yazar zikrettiğim tutkalı elinden bırakmamış, akılcı argümanlarla
izah etme ve açıklanabilir bir çerçeveye yerleştirme zahmetine girmeden
gelişigüzel sürmeye devam ediyor. Belki de aynı tutkalla, Tanpınar romanlarına
ilgiyle tecavüz olgularını birbirine yapıştırma efekti ikinci saftaki farklı
konumlarda da uygulanmış. Söz konusu tutkalın teorik zayıflığın üzerini örten
çok etkili bir madde olduğu anlaşılıyor. Teorik zayıflık, kendi ruhsal gücüyle
aklın ötesine geçemeyen müptezelin madde kullanımı gibi, böyle maddeleri
gerektiriyor. Teorik zayıflık bir yana, son dönemde muhafazakârlık hakkında
yapılan kamusal tartışmalardan bihaber olunduğunu da anlıyoruz.
Ancak
teorik işler böyle anlamı belirsiz, yüzeysel saflaşmalarla yürür mü? Ne teorik
işler ne de pratik işler yürür. Teorik sorunlar kısmında açık bir biçimde
göreceğimiz gibi, kısa vadeli hareket eden ve acil sonuçlara odaklanan dar
politik akıl çok etkili görünse bile ahlâkçılığın politika üzerinde hâkimiyetini
pekiştirir, uzun vadede kurulabilecek karşı-hegemonyaları baltalama riski taşır.
Zira teorik işler sathî saflaşmalarla, sadece estetik olarak değil aynı zamanda
etik-politik olarak da zayıflar. “Fiilen varolan muhafazakârlık”ın eleştirisi gibi
önemli bir konu olsa bile, Koçak’ın (2016) politik bir bilgelikle söylediği
gibi: “Meydanın hakkı meydana, mağaranın hakkı mağaraya.”[17]
İkinci
safta Ayvazoğlu hariç tutulursa yazarın safından farklı tutuma sahip
muhafazakârlık araştırmacıları yerine belli kamusal tartışmalarda öne çıkmış
muhafazakâr yazarlarla karşılaşıyoruz. Uzun bir dipnotta belirttiğim gibi, burada,
yazara, elindeki tutkalla neden beni Kaplan’a yapıştırdın diyen hazin sesini
-Mehpeyker gibi- işitebileceğiniz Cündioğlu bulunmakta. Siyasal aciliyetlerle
nesnenin talep ettiği zanaatkâr sosyal bilim emeği arasındaki diyalektik
ilişkinin ilki lehine kayması olarak tanımladığım bir sorunun çeşitlemesiyle
yeniden karşı karşıyayız. Eleştiride bu tür bir modeli edebiyat eleştirmenleri
ve tarihçilerinin çalışmalarına borçluyuz. Örneğin Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde
Namık Kemal’in İntibah’ının
eleştirisinde bunun bir örneğini ortaya koymuştur. Romanda,
“Ahlâkçı, şahıslara bir türlü kendileri
olmak fırsatını vermez. Kitabın en canlı tipi şüphesiz Mehpeyker’dir. Fakat onu
muharririn bize gösterdiği ışıkta değil de kendisi olarak almalıdır. Pek az
kitapta muhayyilenin yarattığı şahıs o muhayyilenin kendisine bu küçük hikâyede
olduğu kadar itiraz eder. Bu yüz kırk sahife boyunca muharririn sesinden fazla
biz behemehal olduğunun dışına çıkarılmak istenen biçare kadının itirazlarını
duyarız. Sanki durmadan: ‘Fakat bu ben değilim… Ben hiçbir zaman düşündüğün insan
olmadım!.. Bırakın da ben kendimi anlatayım…’ der gibidir.” (Tanpınar, 1997)
(abç)
Ahlâkçının
neler yapabileceğini şu an tam olarak kestiremeyiz, sonraki başlıkların altında
daha ayrıntılı bir çözümlemeyle göreceğiz. Fakat şunu not düşelim: Tanpınar
ahlâkçının portresini “bu ülke”ye özgü bir aciliyetin entelektüel ürünü nasıl
sakatlayabileceğini göstermek için ortaya koyar. Alptekin’in (2001) aktardığına
göre, derslerinde Namık Kemal için “bu acelecilik onda daima vardır” demiştir. Hegel
gibi söyleyerek, kendi halkının tinine basıp geçemeyen biri olarak Tanpınar’ın
kendisinde de aciliyet yok mudur? diye sorulabilir. Tanpınar acil sorunlarla
meşgûl olmuştur ama bu konuda hem kritik bir farkındalık taşır hem de ülkede
acilci söylemlerinin yoğunlaştığı “acele terkip”lere, hızlı yapılmış sentetik
birleştirmelere, süratli sentezlere karşı kuşkuludur. Bu ülkenin en acilci
siyasi söylemlerinden biri olan Gökalpçi hars-medeniyet ayrımına mesafesini de
buna borçludur. “Medeniyet Değişmesi ve İç İnsan” makalesi bunu çok iyi
anlatır. Acilci, ışık hızıyla dışsal koşulları değiştirmenin peşindedir, ancak
sadece görüntüyü kurtarır; Tanpınar burada asıl önemli olanın “iç insanın
değişmesi” olduğunu iddia eder. Tanpınar’ın “zihniyet”le iştigal etmesi de sözü
edilen aceleciliğin karşıtı bir etkiye sahiptir çünkü ona göre zihniyet
görünüşteki apaçık değişmelere karşı en dirençli ve melez nitelik sergileyen
unsurlardan biridir.
Sonuç olarak, eğer bir entelektüel gelenekte
konumlanmak isteniyorsa, yazar, usûlün derin katmanına yönelik bir kaygıyla geleneğini
seçer veya icat eder. Gelenekte hemfikir olduğu ve ayrıldığı noktaları akılcı
argümanlarla izah eder. Çünkü gelenek sadece süreklilik değil kopuştur
(“İkinci” Yeni örneğindeki gibi). Entelektüel gelenek Gadamer'in (2008)
hermeneutik çabayı tarif ettiği türden sürekli bir diyalog ve mücadeleyle
oluşur. Öyle ki, bir yoğunlaşma zaruretinden ötürü ancak birkaç kişi seçebilir,
onlarla hem uzlaşır hem de hesaplaşırsınız. Tabii ki, arzu edilen, entelektüel
geleneği saflar belirleyip niteliksiz biçimde dizivermek değilse.
Akademisyenin Acemi Katil Olarak Portresi
En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi
sanırsın.
Ziya Paşa[18]
Yazarlık, bir görüşe
göre, geleneğe yoğunlaşma zorluğundan ötürü, aslında entelektüel gelenekte
birilerini yaşatma birilerini öldürme işidir. Bu cinayet yazma edimine içkin
şiddetin ürünü müdür acaba? Said'in the
World, the Text and The Critic’te (1991) Derridacı metinselliğe karşı
“masum metin yoktur” deyişini veya -yazarlığın fenomenolojisi üzerine bir
çalışma olan- Başlangıçlar’da
Freud'dan ilham alarak metnin yapıp ettiklerini cinayete benzetmesini hatırlayalım.[19]
(Veyahut Tanpınar’ın Türkiye’de entelektüel sorunlara işaret etmek üzere kullandığı
“sükût suikastı” ifadesinde kastedilen
şiddet türünü.)
Burası
için derin bir tartışma bu, metafor olarak şık ve acemi cinayetlerin olduğu hakikatine
işaret etmekle yetinerek bir cinayet mahaline adım adım yaklaşalım. Yazar “saf”larını
inançla sıklaştırıyordu: “Hemen hepsine aşina olmakla ve yer yer atıf yapma
gereği duymakla birlikte safımın birincilerden yana olduğunu, ancak mümkün
olduğunca kendi sesimle konuşmaya gayret ettiğimi de belirtmek isterim.”
Pekâlâ. Yazar kendi sesini bulmalı çağrısı ilk duyulduğunda kulağa hoş geliyor.
Önce entelektüel gelenekteki askerler içtimaya çıkarıldı.[20]
İlk saftakiler bu konuda 1990'larda çalışmaya başlamış, yaşları 50 ile 60
arasında olan bir kuşaktan; ikinci saftakiler ise, tek tek ele alındığında
muhafazakârlık ve Türk muhafazakârlığı hakkında yorumculardan ziyade kamuoyunun
yakından tanıdığı medyatik isimlerden seçildi. Bir seçim var, muhakkak belli
bir rasyonelliği de. Yazar açıklamalarına göre doktorasını kısa süre önce
bitirmiş genç kuşağa mensup, ilk saftakiler yaşça büyük epistemik cemaatin
otoriteleri. Onlarla herhangi bir cedelleşmeye giremiyor, (safını yüzeysel bir
biçimde ilk saf olarak belli etmeyi diyalog saymazsak) diyaloğa da. “Aşina
olmak ve yer yer atıf yapma gereği duymak” gibi bir ifadeyle geçiyoruz bu
aşamayı hızlıca. Bu saftaki isimlerle -onları birleştirenin ve ayrıştıranın ne
olduğunu (analiz ve sentezi) bir kenara bırakalım- nerede, nasıl ve neden
hemfikir olduğuna ve fikir ayrılığına düştüğüne dair bir açıklama yok (kitap
boyunca sayılan 10 isimden tespit edebildiğim kadarıyla sadece üçüne birer kez,
diyalog değil “bkz.” şeklinde atıflar var). Hızlı geçişin nedeni belki de
yazarın vurguladığı “kendi sesiyle konuşma gayreti.” Onların tasallutundan
çekiniyor ama yine de onlar gibi olmak istiyor.
Metni
(text) kendi dokuma gayreti nasıl mümkün olabilir? Yazar özel çalışıp kendi
dokuyan tekstilci birey mi yoksa
kolektif iş yapan bir kişi midir?[21]
Daha önce izah etmeye çalıştığım entelektüel gelenek ve faaliyetle ilgili nedenlerden
ötürü yazarın hakkıyla konuşmasının yolunun bu olmadığını yeniden ifade etmek
gerekiyor. Bu konuda usûlün derin katmanlarındaki özgünlük ve gelenek, özne olarak
yazar ve başkaları üzerinde -çeşitli öznel nedenlerle-[22]
iyi düşünülmezse Spivak'ın post-kolonyal teoride yankı uyandıran kitabı Madun Konuşabilir mi?’deki (2016)
sorunlar bir başka düzeyde su yüzüne çıkar: Kendi sesinle konuştuğunu sanırsın
ama başkasınındır, başkasının söylemi içinde konumlanmışsındır ama kendi
sesinle konuştuğuna vehmedersin. Mevzu Janus metaforu gibi, değil mi?[23]
Esasen çoğu zaman böyledir ama iyi yazarlar bunun farkında olanlardır
denilebilir. Döndük Gürbilek'in müthiş biçimde anlattığı Benden Önce Bir Başkası sorunsalına. Gürbilek, bu kitabında
eleştirel modernizmin -James Joyce’tan Oğuz Atay’a- kritik sorusuna, Said’in Başlangıçlar’da kafa yorduğu, önceki
yazarların “tasallut”uyla başlangıç yapmak meselesine odaklanır:[24]
“Bütün yapıtlar,
kendilerinden önceki yapıtlarla yapılmış bir konuşmanın izini taşır… Ama bir
metnin kendinden öncekilere sorunsuzca eklendiğini söylemek, yapıtlar
arasındaki konuşmayı hafife almak olur.” (Gürbilek, 2011)
“…’metinlerarasılık’
denince, bir yazarın kendinden öncekilere şapka çıkarmasını, sonra da kaldığı
yerden yoluna devam etmesini anlıyoruz. Kelimelerin elden ele aktarılmasının
gergin konuşmalara sahne olabileceği, bir yapıtın kendinden öncekilerle
ebeveynleriyle kavga eder gibi ettiği, sonunda ortaya çıkan ürünün yalnızca
öncekilerle konuşularak dokunmuş bir ‘metin’ değil, aynı zamanda onlarla
mücadeleden yapılmış bir ‘yapıt’ olduğu gerçeği görüş alanımızın dışına çıktı.”
(Gürbilek, 2011)
Yapıtlar
iz taşır ama bazıları bu izleri silmek ister. Yapıtı öncekilerle diyalog ve
mücadeleyle yapmak zor, kolay bir orjinalite ve popülarite pâyesinin peşine
düşmek kolaydır. Şimdi eski metaforumuzla cinayeti, yeni metaforumuzla -yazarın
hıphızlı geçtiği- izlerin özenle silinmesi hareketini yavaş çekimde
izleyeceğiz.
Yazarın
çok meşru sayılan “kendi sesiyle konuşmak” talebinin hemen ardından ne
yaptığını görelim: “Benim de mensubu olduğum daha genç nesilden ise henüz zaten
entelektüel olgunluktan söz edebileceğimiz bir şey çıkmadı.”[25] Pekâlâ, sulh içinde ayırt etmeye çalışalım.
Kendi ölümünü izlerken bile safhaları özenle ayırt edebilecek bir usûle riayet
edebilmeli bir yazar. Demek ki öncekilerin yaşlı, yazarın ise genç kuşağa ait
olduğunu pekiştirdik. Bir devir teslim töreni mi? Yazar ilk safa yönelerek, academically correct bir biçimde ‘sizin
otoritenize talibim’ mi diyor? Bu tür geçişler faaliyetin mahiyetine içkin olsa
bile okurların dikkatsiz ve kolaycı olduklarını düşünüyor belki de. Çünkü iyi
okuyucular bu törenin bu kadar hızlı geçişlere dayalı ve kansız olmadığını
bilirler (“bir metnin kendinden öncekilere sorunsuzca eklendiğini söylemek,
yapıtlar arasındaki konuşmayı hafife almak olur.”) Geçişlerde, hele Said'in Başlangıçlar'da Husserl örneğinde
tartıştığı türden başlangıçlardaki tarzda geçişlerde medeniyet dairesi içinde
dökülmüş bir kan vardır. Yazar ilk safla kansız cansız liberal diyalogu sürdürürken
bir yandan da çok asabi, baştaki gibi saydırarak devam ediyor: “...faşistten
sosyalist... çıkaran 'taşra entelleri'ni bu yüzden kapsama alanım dışında
tutuyorum.” Çarpıcı bir cümle. Okurun, böylece, eğer gaflet ve delalet
içindeyse, yazarın seçkin bir metropol entelektüeli (dikkat entel değil) olduğu
ve karşısında faşistten sosyalist çıkarma hıyanetine girmiş taşra entellerinin
bulunduğu sonucuna sadece bir dil hamlesiyle varıvereceği düşünülmüş gâliba.
“Çarp”ıcı
diye boşuna demedim. Kitapta bulunan pek çok şiddet biçiminden sadece biri bu.
Buraya kadar yazarlık fenomenolojisi ve etiği bağlamına yerleştirmeyi denediğim
konuyu bu aşamada usûle ilişkin sorunları birkaç örnek çerçevesinde irdeleyerek
sürdüreceğim. Bunun Türk muhafazakârlığı çalışmaları ve Türkiye’de düşünce
sorunları bakımından önemli olduğunu düşünüyorum ama usûl sorunlarına ilgi
duymayan okur bir sonraki teorik kısma da geçebilir. Öncelikle bu konuda bir
belirleme yapmak gerekiyor: Polemik benzeri vurkaç tutumlar kitapta sıkça
karşımıza çıkan akademik usûl ve etik sorunlarından birini oluşturuyor. Yazar, teorik
kısımda görüleceği gibi, ele aldığı figürlere nasıl hınç doluysa gizlediği ama
ilişki kurmadan da edemediği yazarlara yönelik de tuhaf bir hınçla hareket
ediyor. Kitapta görünmeyen bir dizi yazar son derece yüzeysel bir biçimde güyâ
“eleştirilerek” geçiliyor. Bu, çok önemli formlar olan “polemik” ve “eleştiri”yle hiçbir ilgisi
olmadığı gibi, söz hakkı verilmeyen ama aslında orada olan yazarlara atıf
yapılmamasından kaynaklanan bir akademik usûl ve etik sorununu ortaya
çıkarıyor. Hakiki bir polemik veya eleştiri olsaydı, polemiğe girilen veya
eleştirilen nesne açık bir biçimde, referans gösterilerek yazarın karşısına
alınmış olurdu. Bu tutumun doğru bir akademik usûl olmasının nedeni, ilgili
alandaki yeni fikirlerin tartışmalardan doğacağına yönelik çekirdek inançtır.
Akademik etikle uyumlu olmasının nedeni ise, nesnenin açıklıkla belirlenmesiyle
sağlanan asgari dürüstlüktür.[26]
Fiziksel nedenlerden ötürü gerçekleştiğinde literatür tarama eksikliği gibi
unsurlar çalışmaya teknik olarak zarar veren zayıflıklar oluştururlar. Daha
farklı nedenler rol oynuyorsa akademik ahlâka ilişkin sorunları ifşa ederler.
Bu durum, Oğuz Atay’ın “ben buradayım okur” deyişinden ve Tanpınar’ın “sükût
sukiastı” yakınmasından farklıdır. Daha ziyade, Ali Birinci’nin Tarihin Kara Kitabı’nda deneyimli bir
akademik tarihçi olarak genç sosyal bilimcilere[27]
verdiği şu öğütle ilgilidir:
“İlim hayatının
bir irfan ve zerafet meydanı olduğu yolundaki hüsnüzan çok yaygın bir
yanlıştır.” (Birinci, 2014)
Birinci,
kitabın başka bir yerinde Türkiye’de entelektüel dünyanın “mafia dünyası kadar
bile kaideleşmemiş ve bir kurum kültürüne kavuşmamış” olduğunu ileri sürer. İma
edilen, mafya dünyasında “oyun” kurallarını belirleyen “racon”dur. Buradaki konu
açısından düşünüldüğündeyse, racon, akademik usûl ve etiktir. Yerleşmemiş olsa
bile, Birinci’nin de belirttiği gibi, raconun karşılığı olan akademik usûl ve
etiğin ilk koşulu, kolektif icranın olduğu belli bir literatürde kendinden
önceki çalışmaların bilgisine vâkıf bir biçimde, Amerika’yı her seferinde yeniden
keşfetmemektir. Bunun nezaket kuralından öte akademik usûl ve etiğin asgari
koşulu telakki edilmesi icap eder. Çünkü keşfedilmiş bir kıtayı yeniden
keşfetmeye çalışmak ya literatür bilgisi eksikliği ya da “benden önce bir
başkası”na tahammülsüzlüktür; sonuç ise genellikle akademik usûl ve etiğin
zarar görmesiyle zihinsel enerjinin gereksiz sarfiyatıdır.
Muhafazakârlık
ve Türk muhafazakârlığı literatürüne 2006’dan beri katkı yapan biri olarak,
-esasında yazarın “kapsama alanı”ndaki- izin hem silindiğini hem de kerhen gösterildiğini
düşünüyorum. İlk olarak “faşistten sosyalist” çıkaran kimdir? Kitapta geçen
figürlerden aynı zamanda hem “faşist”liğin atfedilebildiği hem de “sosyalist”
sıfatını taşıyan tek isim bulunuyor: Nurettin Topçu. Topçu’dan çok boyutlu ve
akılcı bir tartışma ile sosyalizm “çıkaran” da Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı (2007) kitabı olduğuna göre... Topçu
hakkında bu kitaptan itibaren geliştirmeye çalıştığım ve Liberal Muhafazakârlık Karşısında Nurettin Topçu’da (2008) devam
eden yorumlama çabasına atılmış bir taş mı? Kamuya açık, okurların istifade
edebileceği ve kişiselleştirmeden uzak bir rasyonel tartışma zemininde
muhatabını belirlemek yerine ilkel bir vurkaç taktiğine başvurmak neden?
Yazar
takip eden sayfalarda “Nurettin Topçu'yu Martin Heidegger'le ilişkilendirenler”
diye -referans vermeksizin- birilerine işaret ettikten sonra bir taş daha
atıyor; kızgın, hınçla dolmuş, lâkin usûle uygun olarak tartışabilecek yetkinliğe
ve meşru biçimde kavga edebilecek cesarete sahip görünmüyor. Ârif okur Topçu
ile Heidegger’i ilişkilendiren kitabın Anadolu
Sosyalizmine Bir Katkı olduğunu hemen fark edecektir. (Onbinlerce
çalışmadan müteşekkil Kant literatüründen bahsetmiyoruz. Topçu konusunda
yazanların ve Topçu’nun sosyalistliği ve Heidegger’le ilişkisini vurgulayanların
hangi kitaplar oldukları açık seçik ortadadır.)
Dahası,
yazar, 1920’lerde devlet bursuyla yurt dışına giden tanınmış isimler bahsinde
şöyle yazıyor:
“Aynı bursla, aynı
‘Promete motivasyonu’yla muhtemelen (Sadi Irmak’ın aldığına) çok benzer bir
telgraf eşliğinde, üç yıl sonra Nurettin Topçu da Fransa’ya gönderilmiştir. Ve
ilginçtir, o da bu bahsi konuşmayı pek yeğlemiyor.” (s. 19)[28]
Şu
pasajın yaklaşık 10 sene önce yayınlanmış Liberal
Muhafazakârlık Karşısında Nurettin Topçu’da yer almış olması ilginç değil
mi?
“(Nurettin Topçu)
Öncelikle, ilginç bir biçimde yine işgalcilerin ülkesine öğrenim için gidecek
ama modern bilimsel düşünceyi vatana getirmeye uğraşan Promete idealizmine
sahip Türk öğrencilerinden farklı olarak vatanda eksik olduğunu düşündüğü
metafizik ‘hareket’ (felsefesi) üzerinde odaklanacaktır.” (Mollaer, 2008: 123)
Üstteki
paragrafta atıf olmamasına rağmen Promete motivasyonunun tırnak içine alınmış
olduğunu görüyoruz. Topçu’nun erken dönem düşüncesini 1920’lerde yurtdışına
tahsil için gönderilen öğrencilerin -Yunan mitolojisinde Tanrılardan ateşi çalıp
insanlığa veren- Promete motivasyonu bağlamında yorumlayan kitap Liberal Muhafazakârlık Karşısında Nurettin
Topçu olduğuna göre, yazar bir iz olarak siliyor, silerken ister istemez gösteriyor.
Hattâ bunu defalarca yapıyor. Suç ve Ceza’dan
bu yana cinayetin psikolojisini anlamaya çalışan yazarların ortak bir sezgisi
olmuştur: Acemi katil cinayet mahaline defalarca döner; fütursuzca öldürüyor
gibi görünse de ölülerle bir türlü başedemez (Dostoyevski gibi ifade edersek,
Napolyon tarzında usta bir katil olsaydı başedebilecekti), bâzen ölülere işaret
eder. Lâkin akademik usûlde bu işaretin nasıl yapılması gerektiği açıktır.
Topçu
düşüncesi kitapta müstakil bir bölümde analiz edilmemesine rağmen yazarın bir
Topçu yorumcusuyla sorunu takılmış plak gibi karşımıza çıkıyor:
“… Topçu’nun
ortalama Türk köylüsüne, yoksul Balkan muhacirlerine dair hakaretamiz
değerlendirmeleri gibi ‘unut(tur)ulan noktalar’, Yakup Kadri ya da Reşat
Nuri’yi şehirli-elitist-Batıcı diye eleştirenlerin dikkatine yeniden sunulmalıdır.”
(s. 17)
İlk
kitaplarımdan beri Yakup Kadri’nin edebi-siyasal düşüncesiyle ilgileniyorum. Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı’nın
“Türkiye’de Romantik-Anti Kapitalizm” bölümünde Nurettin Topçu ve Yakup Kadri
düşüncesini mukayese edip farklı türden romantizmler olarak belirlemeyi
denemiştim. Muhafazakârlığın İki Yüzü’ndeki
“Modern Epistemik Cemaatin Üyeleri: Kemalizm ve İslâmcılık Karşısında
Muhafazakârlık” bölümünde ise Yakup Kadri ve Reşat Nuri romanlarındaki
ideolojik yapıyı Kemalist söylemin kuruluşu açısından analiz etmiştim:
“Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Kemalizm’i sert ideolojik bir çizgiye çekmeye çalıştığı Kadro dergisi ile aynı yıllarda çıkan,
tepeden inmeci toplumsal değişmeyi ve radikal devrimciliği edebi bir zeminde
meşrulaştırdığı Yaban (1934) adlı
eseri çarpıcı bir örnektir… Reşat Nuri Güntekin’in İstiklâl Mahkemeleri, Şapka
ve Harf Devrimi gibi bir dizi kültürcü radikalizmin ardından çıkan Yeşil Gece (1928) romanı da benzer bir
işleyişe sahiptir.” (Mollaer, 2009, 2014: 152-153)
Demek
ki, silinmiş iz, genç kuşakta önemsenecek bir şey yok lafında toplanıp bir
virüs gibi metne yayılıyor. Yayıldıkça, izleri silinmiş gölge varlıklar,
yazarın kurtulmadığı hayaletler beliriveriyor. Bunlardan biri bölümün başında
belirttiğim ve burada göstermeye çalıştığım gibi, yazarın yakından takip ettiği,
2006'dan itibaren bu konularda kitaplar kaleme alan “genç nesil”den bir yazar.
Her nasılsa bir heyûla gibi hem var hem de yok. Cinayet metaforuna başvurmamın
nedenlerinden biri de kullanılan üslûp: “Yok.” Usûl bunun tam aksini
gerektirdiğinden, usûlsüz ve çirkin bir anti-Voltairce tutum: Varsa da yok
edilmeli. Hakikatte yoksa da var edilmeliydi.
Buna
“neredeyse”lerin şedîd kullanımları açısından değinmiştim. Türk muhafazakârlığı
konusu ve figürleri açısından “neredeyse (hiç/yok)” ifadeleri, aynı konuda
çalışma yapan ve belli ki güçlü rakip olarak algılanan yorumculara gelindiğinde
birden apaçık “yok”lara bırakıvermiş kendini: Genç nesilde zâten bir şey yok...
Kitabın ilerleyen bölümlerindeki şuna benzer ifadeler de aynı etik sorundan[29]
saçılmaya devam ediyor: “Türkiye'de ne yazık ki Karşı-Aydınlanma konusunda tek
bir çalışma yapılmış bulunuyor. O da bana ait.” İddiaya göre, Türkiye'de karşı-aydınlanma
konusundaki yegâne çalışma yazarın bu yaklaşık 10 sayfalık makalesiymiş…[30]
Atıf
yaptığı çalışmasının alt başlığından kastedilenin “romantizmin moderniteye
tepkisi” olduğu anlaşılıyor. Eğer böyleyse yine aynı (cinayet) mahal(in)deyiz
demektir. Çünkü Şerif Mardin gibi bir öncünün yarım yüzyıl önce Yeni Osmanlı
düşüncesinin kaynaklarını romantizm bağlamında çözümlemesi bir yana dursun, yazarın
kitabından 10 sene önce ilk baskısını yapan Anadolu
Sosyalizmine Bir Katkı'nın son bölümündeki “romantik-anti kapitalizm”
yazısı akışkanlar mekaniğinden değil romantizm ve Türk düşüncesindeki
karşılıklarından söz ediyordu çok iyi bildiği üzere.[31]
Usûl
ve etik sorunlarının arka kapaktan başladığını söylersek yanlış yapmış olmayız.
Arka kapak yazıları kitabın “özgün” argümanlarını en iyi temsil eden
pasajlardan seçilir. Yayınevi bu seçimi yazara bırakabilir ya da esere hâkim
olan (olması beklenen) editör kitabı takdim eden birkaç paragraf kaleme
alabilir. Muhtemelen en ideali de budur. Böylelikle kitabın bir başka gözden
tanıtımı yapıldığı gibi, memlekette az rastlansa da, tam olması gerektiği
biçimde, kitabın editöryal süreçten geçtiği okuyucuya gösterilmiş olur. Yazarın
yayınevinin hem yazarı hem de ilgili dizinin editörü olduğu ve arka kapak
yazısını yazar-editör olarak kendisinin kaleme aldığı, dolayısıyla kitapla
ilgili temsil edici kısmı bizzat kendisinin seçtiği anlaşılıyor. Daha kitabı
elime alırken arka kapak yazısında kullanılan metafor çok tanıdık geldi, bunu
bir yerden hatırladığımı düşündüm. “İki yüz”ü bulunan bir Janus olarak muhafazakârlık portresiyle sunuluyor kitap. Yazarın
“kendi sesi”yle konuşmasının bir vehim olma riskine söylediklerimi hatırlatmalıyım:
Muhafazakârlığın İki Yüzü’nde (2009,
2014) muhafazakârlık ve Türk muhafazakârlığının Janus metaforuyla açıklanması hiçbir usûl ve etik kaygısı duymaksızın
kullanılmış. Oysa modern dönemde Manifesto’nun
“hayalet”inden beri iyi bilinir: Metaforlar, teorik açıklamayı kolaylaştırıp yaygınlaşmasına
katkıda bulunurlar ve kritik bir önem taşırlar. Literatürde kullanılmış
metaforlar da bazen özel terimler haline gelir, tartışmalar açıp literatürün
gelişimini sağlarlar. Aristoteles, “alelâde kelimeler ancak hâlihazırda
bildiğimiz şeyi aktarır; yeni bir şeyi en iyi bir mecazdan yakalayabiliriz”
diye boşuna dememiş ya da Berger’in imgeler için söylediği gibi ifade edersek
her metaforda “bir görme biçimi yatar.” Janusta
yatan da muhafazakârlığa dair belirli bir görme biçimidir.[32]
Söz konusu sorunlar kitabın içinde de devam
ediyor. Ekim 2015’te Ankara Garı’nda yaşanan katliamın ardından
muhafazakârların tepkilerini değerlendiren ve bu tepkileri muhafazakâr bir
çelişki olarak yorumlayan bir yazı kaleme almıştım. Birikim’de katliamın ardından, 21 Ekim 2015’te yayınlanan bu makalenin
ana fikri, katliam karşısındaki duyarsız muhafazakârların, toplumsal bütünlük
ve Türkiye’nin bir toplum olması konusunu tartışılabilir hale getirdikleriydi.
Yazar, başka birçok yerde
olduğu gibi, bu iki bağlamı, yâni Ekim katliamı ve Türkiye’nin toplum olma
niteliğinin sorgulanması bağlamını hızlı bir geçişle (temellendirilmeden) yağmalayarak
kendisine mal etmiş (s. 193).
Kitapta
yer alan “İbrahim Şinasi ve Cemil Meriç’in Medeniyet Anlayışları Üzerine”
başlıklı yazıyı okumaya başladığımda, yararlanılan kaynaklar arasında, Şinasi
hakkındaki ilk parlak değerlendirmelerden biri olan Tanpınar’ın On Dokuzuncu Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi’ni
aradım. Ardından onun özgün bir yorumuyla hemen karşılaştım ama kendisi orada
yoktu! Yazar Tanzimat’ın bir medeniyet projesi olduğunu ileri sürerken şöyle
yazmış:
“Tanzimat’ın -eğer böyle bir şey var ise-
ideolojisi, medeniyetçiliktir.” (s. 94) (abç)
Tanpınar’ın
ünlü Edebiyat Tarihi’nin Tanzimat
fenomenini -Ferman’ı, toplumsal tarihi, edebiyatı ve bir bütün olarak
düşünceleriyle- değerlendirdiği bölümünde, “Tanzimat İdeolojileri, Medeniyet ve
Medeniyetçilik” başlığının altında şöyle yazdığı çok iyi bilinir çünkü büyük
ihtimalle bu ilk kez kendisi tarafından söylenmiştir:
“Tanzimat devrinin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir.” (Tanpınar, 1997: 152) (abç)
Tanzimat, ideoloji, medeniyetçilik
olmak üzere üç terimden oluşan bu cümleler birbirlerine ne kadar benziyor! Ne
var ki, Tanpınar’ın bu özgün cümlesine hiçbir atıf yapılmamış.[33]
Bilgi eksikliği ya da orjinal
“ses” arzusundan kaynaklanıyor olabilir ama elbette bu ikisi ciddi bir akademik
soruna engel olamıyor. Sözgelimi, İlber Ortaylı İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’nda (2005) aynı dönemin belirleyici
özelliklerinden biri hakkında “varolan değişmenin değişmesi”, Tarık Zafer
Tunaya ise Türkiye’nin Siyasi Hayatında
Batılılaşma Hareketleri’nde (1996) İkinci Meşrutiyet dönemi hakkında
“siyasi lâbaratuvar” diye yazar. Bunlar bu konularda kalem oynatan yazarların
iyi bildiği kalıplardır. Keza belli bir literatürde yazmak bu tür bir bilgiyi
zâten öngerektirir. Aksi halde bunları kendisi keşfetmişçesine[34]
kullanan bir yazar, akademik sorunlar bir yana, gülünç duruma düşer. Bir kurum
olarak editörlüğün rolü bu noktada ortaya çıkar. Fakat ya yazarın bizzat
kendisi kitabın editörüyse? Veya bir kurumsallaşma eksikliği nedeniyle editörün
de müdahale edebilecek donanımı yoksa? Bunlar sadece Türk muhafazakârlığı
konusunu değil memleketin düşünce hayatının ahvalini de ilgilendiren sorunlardır, memleket meseleleri
olmasa da memleketin meseleleri.[35]
III.
Teorik Sorunlar
Kadın Bacaklarını
İsa’dan Yeğ Tutan Bir Muhafazakâr
Kitabın kapağında
portreleri bulunan figürlerden Namık Kemal’in Türk Muhafazakârlığı başlığına
ancak özel bir teorik yorumlama çabasıyla dahil edilebileceğini belirtmiştim. Diğer
portrelerden Tanpınar üzerine müstakil bir bölüm yerine kitabın geneline dağılmış
çelişkili değerlendirmeler varken,[36]
Cemil Meriç’e ayrılan ve betimleyici özellikler sergileyen bölüm sadece 7
sayfa. Dolayısıyla geriye Yahya Kemal, Peyami Safa ve Necip Fazıl figürleri
kalıyor. Demek ki, başlığın temsil ettiği bütün olarak kitabın yükünü bu
figürler taşıyorlar. Acaba gerçekten taşıyabiliyorlar mı? Teorisizlik, psikolojizm ve ahlâkçılığın yol açtığı
sorunu birbirine bağlı olarak, kitapta çizilen üç merkezî portre üzerinden
göstermeye çalışacağım.
Okur
Necip Fazıl bölümüne kitabın girişindeki hıphızlı değerlendirmelerle
hazırlanıyor aslında. Yazar, ilk önce Türk muhafazakârlığının figürlerinin
kişisel yaşamlarından “unutturulan noktalar”ı, bir karşı-“yalan söyleyen tarih
utansın” motivasyonuyla sıralamaya başlıyor:
“…En mutantan
şiirlerinde Osmanlı akıncılarını, fetih ve gâzayı işleyen Yahya Kemal’in
hatırlı dostları sayesinde hiç askerlik yapmayışı, dahası ‘monşer’ diplomat
tiplemesinin bizzat Yahya Kemal’le başlamış olması, Tanpınar’ın abartılı bir
Frankofon dil kullanması… gibi ‘unut(tur)ulan’ noktalar… Yakup Kadri ya da
Reşat Nuri’yi şehirli-elitist-Batıcı diye eleştirenlerin dikkatine yeniden
sunulmalıdır.” (s. 17)
Yakup
Kadri(yi) eleştiren tarih utansın! Utansın da dönüp Yahya Kemal’e baksın! Türkiye’de
her nasılsa yerleşmiş bulunan, teorik açıdan sefil, kızgın tarih
araştırmalarını andıran bu tarzın Türk muhafazakârlığı çalışmaları açısından
metodolojik olarak neden sorunlu olduğunu daha uzun bir değerlendirmeyle izah
etmeye çalışacağım. Şimdilik biraz daha açmak üzere devam etmemiz gerekiyor
çünkü diğer portrelerde de karşılaşacağımız bir negatif patterni ayırt edeceğiz. Yazar müteakip cümlede Sadi Irmak’ın
naklettiği ve “yıllardır aklı(n)ı kurcalayan” bir anıdan söz ediyor:
“Muhafazakârların
baştacı ettiği, efsaneleştirdiği bir suret hakkında ince bir ayrıntı. Bütüne
bakışımızı yenileme ihtiyacını ifşa
eden bir ayrıntı.” (s. 17) (abç)
Şeytan
ayrıntıda gizlidir kabilinden putkırıcı bir bilgiyle karşılaşacağımız vaat
ediliyor fakat anlaşılan o ki, Türk muhafazakârlığı konseptinin/”bütün”ünün
-bir ideoloji analiziyle değil- “bir sûret hakkındaki ayrıntı”nın “ifşa”
edilmesiyle değişeceğine ikna edilmeye çalışılıyoruz. Ardından, Sadi Irmak’ın
1983 tarihli bir söyleşisinden[37]
3 paragraf, erken Cumhuriyet döneminde Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi sırasında
yaşanan bir deneyimi ifade etmek üzere aktarılıyor. Konunun Türk
muhafazakârlığını ilgilendiren kısmı ise, Sadi Irmak’ın Necip Fazıl’la aynı
dönemde Avrupa’ya gönderilecek olması. Şöyle ki, Irmak, İstanbul
Üniversitesi’nde okuduğu sırada “Avrupa’ya talebe yollanacaktır” ilanını görür.
“Allah Allah” der, “ülke yıkık dökük, her yer virane”, “Lozan Anlaşması yeni
imzalanmış”, “bu durumda Avrupa’ya talebe”, “lüks gibi gelen bir şey.” Yazar
alıntının bu kısmında Irmak’ın yurtseverliğini kanıtlamak için özel bir çaba
sarfediyor; sonra bunu başka birinin (yurdu) sevmediğini ispatlamak üzere
yaptığını anlayacağız. Irmak başvuruyu gerçekleştirir. İsminin yanına Atatürk
tarafından “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” yazılır ve Atatürk’ten bir telgraf
alır. Alıntı Irmak’ın “Şimdi gel de haylazlık et, bakalım!” deyişiyle bitiyor:
“Sadi Irmak sözü
burada bitiriyor. Biliyoruz ki, kendisi Kemalizm’e
sıkı sıkıya bağlı bir akademisyen-teknokrat olarak bu görev duygusuyla,
şevk ve heyecanla çalıştı, kendi meşrebince ‘haylazlık’
etmedi. Fakat 13 milyonluk ülkede seçilen 11 kişiden biri olan Necip Fazıl haylazlık etti.” (s. 18) (abç)
Takiben
Necip Fazıl’ın “haylazlık”larını görmek için “gündüzünü hiç görmediğini
söylediği Paris tecrübesini anlattığı Babıâli isimli kitabına” bakılabileceğini
öğreniyoruz. Buna karşılık, ardından gelen paragrafta çelişkili olarak “Necip
Fazıl’ın unutturma hikâyesi” ve bu hikâyenin “bize ana-akım muhafazakâr
anlatıya dair düşündüğümüzden biraz daha fazlasını söylediği” ifade ediliyor.
(Necip Fazıl hem haylazlıklarını bir bir kaleme aldığı kitabı yazarak kendi
kendini “ifşa” etmiş hem de
haylazlıklarını unutturmuş…) Teorik olarak ne söyle(n)diğini merak eden -Türk
Muhafazakârlığı kitabını Migros’tan satın almamış olan- okur kitap boyunca beyhûde
bekleyecek. “Bir suret hakkındaki ince bir ayrıntı”yla “ifşa” bildiriminden de
tahmin edileceği gibi, ideoloji analizi ve eleştirisinden ziyade sansasyon
haberleri ortaya koyan bir ayrıntıcılık ve ifşa mantığı düşkünü medya
takipçileri ise beklentilerini fazlasıyla karşılayabilirler: ‘Necip Fazıl ve
diğer figürler hakkında son dakika haberleri’, ‘az sonra’, ‘skandal.’
“Biliyoruz
ki…”. Evet, her yazar okuyucusunu şöyle ya da böyle daha baştan seçer. Hele
ideolojik kaygılar da taşıyorsa. Muhafazakârlığın
İki Yüzü’nün önsözünden bir örnek:
“…muhafazakârlık
araştırması, Türkiye’de muhafazakârlık terimindeki iktidar ekonomisini
gösterdikten sonra, muhafazakârlığın bir ideoloji olarak araştırılması
konusunda da aynı eleştirel tutumu sürdürmelidir. Bunu yapmanın en iyi yolu,
Türkiye’de muhafazakârlığın kapitalist modernleşmeci karakterine karşı körlük
olarak zuhur eden ve bir muhafazakâr-cumhuriyetçi polemiğine indirgenen
tartışmadaki hiyerarşik karşıtlıkların değerini -farklılıkları reddetmeden ama
yapısal birliği de göstererek- düşürmektir. Türkiye’de elitist bir renge bürünen
muhafazakârlık suçlamasına karşı çıkmakla beraber, bu polemikte herhangi bir
özdeşleşmeyi reddetmenin birbiriyle çeliştiğini düşünmeyen kimselerin yazıları
daha iyi anlayacaklarını umuyorum. Bu okuyucular, muhafazakârlık teriminin
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden miras kalan negatif kullanımlarının
bir iktidar ekonomisinin ürünü olduğunu bilmelerine karşın, muhafazakâr bir
ideolojik angajmana girmeyi kabullenmeyen, eleştirel rezervlerini Türkiye’nin
siyasetindeki egemen muhafazakâr-cumhuriyetçi polemiğinden başka yollar
olabileceğini düşünerek saklı tutan okuyuculardır.”
Kendi
ideolojik tutumumdan yola çıkarak yazarınkini eleştirmek yerine ideolojik
tutumların yazının form ve içeriğiyle ilişkisine dair birkaç spekülasyon yapmam
daha uygun olabilir: Muhafazakârlık gibi kanlı canlı bir tartışmada, nesnenizin
(sözde) karşıtı olan ideolojik pozisyona yerleşmeyip, deyim yerindeyse bunları
Hegelci aufhebung gibi aşmayı önünüze
koymanızla, “tarihsel blok”un muhafazakârlığın karşısındaki momentinde konumlanmanız
arasında yazının formu ve içeriğine etki edecek bir farklılık söz konusudur.
Kanaatimce diyalektik akılla, nesnesini basitçe reddeden Kartezyen zihin
arasındaki farklılık gibidir bu. Elbette diyalektik akıl, daha fazla açıklama
çabasına girer, çünkü fiilen varolan ideolojik konumların ötesine geçmek için
önce konumların mahiyetini incelikle belirlemeli, ardından onların neden
aşılmaları gerektiğini izah etmelidir.
Yazarın
muhatap olarak belirlediği kitlenin bir kısmının Kemalizm’in etik-politik
erdemin kaynağı olduğuna inanmış ya da buna tam olarak iman etmemiş olsa da
gitgide kutuplaşan aktüel Türkiye siyasetinde Kemalizm’le bir kavgaya girmeyi
tercih etmeyecek bir topluluk olduğu anlaşılıyor.[38]
Toplulukçuluğun argümantasyonu zayıflatabileceği kimi eleştirel düşünce
ekollerinin öncüleri tarafından sıklıkla ifade edilmiştir. (Said’in meşhur “eleştiriden
önce dayanışma asla” deyişini hatırlayalım). Bu bağların en sıkı örüldüğü
faşizm argümantasyonun ölümüdür. Adorno (2013), Horkheimer’la Teori ve Pratik Üzerine tartışmasında
“argümanı reddeden düşünce” der, “irrasyonalizme düşer.” Argümantasyon
Adorno’nun tanımladığı gibi “düşünme kurallarının ele alınan şeye uygulanması”
ise, bunun faşizm ve irrasyonalizme düşmeden gerçekleşen daha liberal
formlarının da bulunduğu pekâla söylenebilir. Bu liberal görünüşlü
argümantasyon kaybı genellikle yazarın hitap edilen toplulukla sımsıkı
özdeşleşmesi sonucunda konunun açıklama dahi gerektirmeyeceği veya yazar bir
şey söylediğinde açıklama yapmasa bile topluluğun zâten anlayacağı
düşünüldüğünde gerçekleşir: “Biliyoruz ki…”
Böyle
olduğunda, zeminini genişleterek sorunu teorik bir çerçevede sunmanız gerektiği
düşünülmez. (Theoria Antik Yunan’daki
anlamıyla Tanrının evreni temaşası demekse aynı zamanda bakışı ve zemini
genişletmekle de ilişkilidir. Zira theoria
aralarında gemeinschaft/cemaat
bağları bulunmayan kişilerin birlikteliğinden oluşan kamusal alan veya res publicanın düşünsel faaliyet biçimlerinden
biridir. Sennett’in
(2002) bir terimini devralırsak, theoria
için cemaat türü bağların taşıdığı risk “yıkıcı gemeinschaft” tehlikesinden
kaynaklanır). Örneğin muhafazakâr ve cumhuriyetçi etik-politik erdem arasında
bir karşılaştırma yapmanıza ve birinin Antik Yunan ve Roma’dan bugüne ulaşan
erdemli yurttaş profiline dayandığını diğerindeyse böyle bir erdem anlayışının
bulunmadığını kanıtlamanıza gerek yoktur.[39]
Bunun yerine “haylazlık etmeyen” Kemalist Sadi Irmak ve etik-politik açıdan
erdemsiz, “haylaz” Necip Fazıl’ı karşı karşıya getirmeniz yeterlidir.
Kemalizm’in neferi Sadi Irmak elbette kendiliğinden bir biçimde “şevk ve
heyecanla çalış(ıp) haylazlık etme(yecek)”, muhafazakârların idolü Necip Fazıl
da hiç kuşkusuz (doğası gereği) “haylazlık” edecektir. Kemalistler versus
muhafazakârlar=Sınıfın sorumlu ve çalışkan öğrencileri versus haylazları. Kötü
bir gazete veya dergide yer alabilecek fakat ne yazık ki ahir zamanlara özgü
bir entelektüel çölleşme nedeniyle yaygınlaştığı anlaşılan bir “çözümleme.”
Necip
Fazıl’la ilgili bölüm (s. 137-154) formu itibarıyla iddialı değil. Buna
karşılık, Ağaç dergisini (1936) tarayan
oldukça dökümenter[40]
bir makaleye dayanmasına rağmen, bu form, figürün yapısal ve tarihsel bir
bağlam yerine kişiselliğin içine gömülü biçimde ele alınmasına engel olamıyor:
“…Necip
Fazıl’ın işret ve uyuşturucu partilerindeki bohem arkadaşları…” (s. 139)
“…bu dönemde kadın
bacaklarını Hz. İsa’dan yeğ tuttuğunu söyleyen Necip Fazıl…” (s. 138)
“Kadın
bacakları” önemli bir “argüman” telakki edildiğinden olsa gerek tekrar ediyor;
tekrar ettikçe bir reklam spotuna daha çok benzemeye başlıyor. Gerçekten, pazarlama
tekniklerini kurnazca kavramış bir editör bunu Derin Tarih gibi bir derginin spotu olarak kullanabilirdi:[41]
“Holivut bıyığı
furyasının öncülerinden biri olup kadın bacakları üzerine şiir yazan Necip
Fazıl’ın ta kendisidir.” (s. 150)
Bir dergi taraması olduğundan ve ele
aldığı figürü kişiselleştirdiğinden hiçbir teorik çerçeve kurmayan bu yazı,
ilginç bir biçimde, teorik bir analiz edasıyla sonuca evriliyor. Son sayfada
karşımıza birden Necip Fazıl’ın “kutsal mazlum” ve “mağrur öfke”yi temsil
ettiği iddiası teorik bir yamalama olarak çıkıyor. Yazar gâliba okurun
literatürden epey habersiz olduğunu varsayıyor. Zira bu terimler Fethi Açıkel’e
ait olmasına rağmen yine hiçbir referans göremiyoruz.[42]
Tanrı’nın Cezasına
Uğramış Bir Muhafazakâr
Teorisizlik, psikolojizm ve ahlâkçılık sorunları Peyami Safa bölümünde tekerrür
ediyor:
“Safa’nın topluma
sunduğu muhafazakâr telkinin ardında kendi yaşamında Müslüman-Türk
muhafazakârlığının prensipleriyle çok da bağdaşmayan şeyler görmek mümkündür.
Örneklendirmek gerekirse, Bir Tereddüdün Romanı’nda bazı izlerini gördüğümüz
üzere, bohemliği, onun uyuşturucu-kokain âlemlerine katılmasını
olağanlaştırmıştır. 1930’larda -hatta bugün bile- muhafazakârlıkla
bağdaştırılamayan bir etkinlik olan güzellik yarışmalarında etkili bir jüri
üyesidir Peyami Safa. Kendisinin bu ayrıcalıklı unvandan epey beslendiği bir
dedikodu olarak hâlâ söylenir…[43]
aile müessesesine neredeyse hiçbir zaman inanmadığı… (oğlunu) deneysel bir
ebeveynlik uğruna kız çocuğu gibi giyindirip yetiştirmeye çaba harcamıştır.
Yine Müslüman-Türk muhafazakâr çevrelerin çokça koktuğu cin ve ruh çağırma
seanslarına fazlasıyla meraklı olduğu da herkesçe bilinmektedir. Safa’nın ölümü
ise felçli eşinin bedduasını alarak gittiği sevgilisinin evinde, bir kalp krizi
neticesinde gerçekleşmiştir.” (s. 132-133)
Yazar,
diğer iki figürden biraz farklı olarak, Peyami Safa’nın “bohemliği”,
“uyuşturucu-kokain âlemleri”, kadın düşkünlüğü, oğlunu kız çocuğu gibi
yetiştirmesi,[44] “cin ve
ruh seansları”, karısını aldatmasından hikâyeyi bu kez hâzin bir sona doğru
götürmüş; maalesef, hâzin ama amellerinin sonucunda tecelli eden bir adaletle,
halk arasındaki bir deyişle, “Allah çarpmış” Peyami’yi. Tanpınar’ın On Dokuzuncu Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi’nde
ahlâkçı romancının karakterlerini baskı altına almasının neden olduğu estetik
güdüklükten nasıl bahsettiğini hatırlayalım. Kötü romancının şematik bir
biçimde “kötü” rolünü verdiği karakterin hikâyenin sonunda ettiğini bulması
durumu. Bunun aynı zamanda analitik, teorik, politik bir sefalete de yol
açabileceğini göreceğiz.
Alt
başlığı “Edebi Terennümün, Manevi Tereddüdün, Siyasi Tahakkümün Sesi” olduğundan,
bu 10 sayfalık yazının kitabın alt başlığını (“Terennüm, Tereddüt, Tahakküm”)
ve dolayısıyla kitabı taşımaya aday olarak sunulduğunu anlıyoruz. Peyami
Safa’nın Yahya Kemal figüründen bir farkı da var: Romancı yönü.[45]
Yazar bunun altını çizerken şunu belirtiyor:
“Ancak romancı
Peyami Safa özelinde konuştuğumuzda, onun sosyalistler için de, liberaller için
de, -hele ki feministler için!- ilginç ve dikkatle okunacak büyük bir eser
bırakmış olduğu kesindir.” (s. 135)
Literatürü
dikkatle takip etmiş bir okurun aklına Peyami Safa’nın muhafazakârlığını
feminizm bağlamında değerlendiren literatürün öncülerinden “Doğu ile Batı’nın
Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kuruluşu” (2002) makalesi gelebilir fakat
görünen o ki, yazar feministler için ilginç olduğunu bir keşifmişcesine ilan
etmesine karşın Türkiye’nin önde gelen feminist siyaset bilimcilerinden
Fatmagül Berktay’ın bu işi zaten yaptığından ve bunun literatürde bilindiğinden
haberdar değil, çünkü Berktay’a hiçbir atıf yok. Literatür araştırma
eksikliğine dair bir fiziksel nedenden kaynaklandığı düşünülebilir. Bununla
birlikte, yazının bir başka sayfasında Berktay’ın tezlerine çok benzeyen bir
pasaj da görüyoruz:
“Özellikle
romanlarındaki kadın karakterlere yüklediği anlam (Türk inkılâbı) (?), Biz
İnsanlar romanındaki Vedia’nın Doğu-Batı meselesini ruh-beden meselesine
dönüştüren ifadesinde formülünü bulur” (s. 131). (Soru işaretini ben koydum)
Literatürde
biraz daha geriye gidelim. Peyami Safa romanlarında Doğu-Batı sorununun bir
ruh-beden düalizmi içinde düşünülmesine yönelik ilk dikkatlerden biri Moran’ın
“Peyami Safa’nın Romanlarında İdeolojik Yapı” (1983) makalesinde ortaya çıkar:
“…Peyami Safa’nın
romanları… Batı-Doğu karşıtlığını daha soyut düzeyde açıklayabilme
doğrultusunda gelişir… Şimdi bir adım daha ileri giderek altta yatan temel
karşıtlığı saptamak istersek, bunu madde ve ruh kavramlarına indirgeyebiliriz
hiç kuşkusuz. Zaten dikkat edersek görürüz ki, Batılı adamın özellikleri beden
ve madde ile Doğulununkiler ise ruh ya da kalple ilgili.” (Moran, 1983)
Moran’ın
belirlemeleri oldukça açıktır. Yazının sonuna doğru “Batı-Doğu çatışması(nın)
materyalizm-idealizm çatışmasına kay(dığını)” iddia ederek bir başka
çözümlemeye geçer. Oysa romanların ideolojik yapısında kadın karakterlerin
işlevini de anlatmasına rağmen, kadın bu ikiliğin bir tarafını temsil etmek
yerine, “değerler sisteminin arasında kal(mış)”tır, yapacağı “tercih, temelde,
yine madde ile ruh arasındadır.”
Berktay,
bu çözümlemeyi (referansla) takip eder ama toplumsal cinsiyet sorunu açısından
başka bir yorum getirerek. Yorum geleneğinin bu farklılaşmasında sosyal
teorideki yeni gelişmelerin ve özellikle de feminist teorideki çatallanmaların
önemli bir rolü vardır. Berktay, “Peyami Safa’nın Tereddüdü” başlığının
altındaki bir kısımda Elizabeth Badinter’in “cinselleşmiş düalizmin bütün
düalizmlerin paradigması” ve “dünya tarihinin paradigması” olduğu saptamasından
hareketle şöyle yazar:
“Peyami Safa… hem
Doğu-Batı karşıtlığını hem de klasik zihin-madde karşıtlığını, kadın-erkek
karşıtlığı üzerine kurar.” (Berktay, 2002)
Bu
noktada, ikiliği temsil eden iki erkekten birini seçen kadınından ikiliğin
belli bir tarafına (akla karşı beden, kültüre karşı doğa tarafına) doğru geçişi
görürüz. Ancak her ne olursa olsun, Moran ve Berktay’ın yorumları arasındaki
farklılaşma, Türk muhafazakârlığı figürlerine yönelik literatürdeki
gelişmelerin nasıl gerçekleştiği konusunda iyi bir örnek vermektedir.
Biz İnsanlar
romanına dair yukarıdaki pasajı hem Moran hem de Berktay’dan öğeler taşımasına
rağmen, yazarın yine bir tartışmaya değinmek yerine “kendi sesi”yle konuşması
dikkat çekici. Oysa özgün bir buluş gibi iddia edilen, Peyami Safa romanlarında
-kendi kelimeleriyle- “Doğu-Batı meselesinin ruh-beden meselesine dönüşümü”,
göstermeye çalıştığım gibi Moran tarafından 1983’te ortaya konulmuştur. Yazarın
daha önce bahsettiğim, Yahya Kemal-Tanpınar ekolüne yönelik yorum
geleneklerindeki süreklilik ve farklılaşmalardan nasıl habersizse, kitabın alt
başlığını taşıyacak kadar temsil edici bu bölümde Peyami Safa literatüründeki
gelişmelerle de fazla ilgilenmediği görülüyor.
Batakhanelerde Bir
Muhafazakâr
Teorisizlik, psikolojizm
ve ahlâkçılık sorunları Yahya Kemal figüründe doruğa çıkıyor. Kitabın başlığı
(Türk Muhafazakârlığı) ve en “sıkı” bölümlerden biri olan Yahya Kemal bölümünün
başlığı (“Yahya Kemal’in Muhafazakâr Dünyadaki İtibarı”) bir arada
düşünüldüğünde, kitabın sorununun başlıkta vaat edilenin aksine bir düşünce
akımı veya ideoloji olarak muhafazakârlıkta değil bir kişisel “itibar”
sorununda düğümlendiği sonucunu çıkarabiliriz. İtibar sorunlarının dökümününün
yapılmasıyla muhafazakârlığın kendiliğinden tenkid edilmiş olacağı düşünülüyor.
Kitabın
girişindeki (günlük hadiselerin kendilerine atıf yapılmaksızın konuşulamadığı
Tanpınar’ın roman kahramanları ve bayramların onlardan biri okunmaksızın
konuşulamadığı Yahya Kemal şiirleriyle ilgili) pasajı okuduğumda ilk düşündüğüm
şey, yazarın Yahya Kemal ve Tanpınar külliyatını okuyup okumadığı olmuştu. Gazete duvaR’da kaleme aldığı “hayret
notları”nda Ahmet Nezihi Turan da aynı kuşkuyu dile getirmiş. Yazarın Yahya
Kemal'i okuduğuna dair bir emare göremediğini de yazmış. Ben olsam nasıl ve
nereden okuduğunu sorardım ama o da bir dönüşle benzer bir noktaya dikkat
çekmiş:
"...peşin
redle okumuş anlamış olmalı. Kabul edip etmeme mücadelesi ise zor geçmiş
görünüyor. Red etmiş. Kabulü engelleyen çoğu durumda 'yazarın kişiliği' veya
ideolojisi. Bu çok yaygın." (Turan, 19 Şubat 2017)
Turan,
yazarın garip bir biçimde içkiye kızgınlığı[46]
ve buradan hareketle Yahya Kemal'i şeytan taşlar gibi taşlayan tavrından devam
ediyor:
"İçkiye çok
kızgın, orasını anladık. Yahya Kemal’in bir itibarı var sanıyor ve buna hiç
tahammül edemiyor, orasını da anladık... 'Bu adamları andığınız için
affetmeyeceğim sizi’ der gibi. 'Şahsiyetini ortaya koyup azametini ispat ettiği
[ne demekse?] bir örnek' bulamamış Yahya Kemal’de. Tabii ne kadar aradığı, niye
aradığı belli değil bu arada. 'Rindlerin Akşamı' şiirinde, 'Gönül eri, sarhoş
anlamlarına gelen ‘rint’lere verdiği önemi en açıkça şekilde' görüyormuşuz.
Zaten adamın 'dünyevi Müslümanlığa temayülü var!mış. 'İçkiye düşkün(müş) üstelik.' 'İşret
merakı'yla 'ahbaplarını zorla içkiye alıştır(mış).' 'Büyü Şiir’ usul usul
uyuşturucu kok(maktaymış).' 'Çapkınlık', 'batakhane', 'kadın merakı' gırlaymış.
'Sadece Paris’in değil, Varşova’nın da bütün pavyonlarını, batakhanelerini iyi
bildiği hâlâ söylenir(miş).' Şiirlerinin konusu 'erotik gerilim ve içki' ile
'aşk şarabı içtiği saklı bahçeler…'miş. 'Toplamı bir avuç tut(maktaymış)
şiirlerinin ama 'etkisi çok'muş. 'Osmanlı geçmişine en güçlü referansları [o
da] belki de Itrî üzerine yazdığı
gürültülü [?]' şiirde imiş... 'Yahya Kemal’den sofu bir Müslüman çıkarmaya
çalışan, onu evliyalaştırma derdiyle dertlenen bir çöp edebiyat' varmış. Onlara
da çok kızıyor. Kim olduklarını bilmiyoruz; çünkü duymadık, çünkü yok.
'Herkesçe bilinen ve sevimsiz ayrıntıları olan' Celile Hanım’la 'aşk
ilişkisi'nin, üstelik 'Mina Urgan tarafından çarpıcı bir dille anlatıl(masına)'
rağmen 'neredeyse hiç eleştiri konusu yapılma(masına)' da öfkeli. 'Edindiği
şöhretle birlikte megalomanlaşmış' bir adamı nasıl oluyor da affedebiliyorlar!
Eleştirilmiş de aslında ama yetersizmiş. Necip Fazıl mesela, diğer
eleştirmenlere göre 'cesur, hatta saldırgan ve daha da ilginç'miş (?)."
(Turan, 19 Şubat 2017)
Yazarın
ortaya koyduğu Yahya Kemal portresi Necip Fazıl ve Peyami Safa’nın yanına doğru
yığılırken tutumu daha da keskinleşiyor; keskinleştikçe metodolojik sorunlar tüm
açıklığıyla tebarüz ediyor. Eğer kitabın amacı bu tür bir öznel keskinlikse en
“başarılı” bölümlerden biri olduğu söylenebilir. Üstteki paragraftan tahmin
edilebileceği gibi, yazar, Necip Fazıl taramasında benimsediği kadın
bacaklarına peygamberden fazla değer veren muhafazakâr şair portresini ortaya
koyma misyonunu Yahya Kemal bölümünde başarıyla sürdürüyor. Yahya Kemal Türk
Muhafazakârlığı başlıklı kitaptaki esas sorunları en şatafatlı ve “şiddet”li
biçimde yansıtan figür. Yazar Türk muhafazakârlığı literatürünün klasik
muhafazakârlık ekolünü haritalamaya çalışırken değindiğim tartışmalara atıf
yapmaksızın şöyle başlıyor:
“Yahya Kemal’in
Ziya Gökalp’le girdiği bir polemikte sarf ettiği ‘kökü mazide olan âtîyim’
sözü, Türk muhafazakâr modernleşmesinin şiarı olarak kabul edilir.” (s. 109)
Kim tarafından böyle kabul edilir?[47]
Sadece Gökalp’le değil Babanzâde Ahmed Naim’le girdiği başka bir polemik daha
vardır, nasıl değerlendirilebilir? Bu polemikler siyasal düşünce ve ideoloji
çözümlemesi anlamında Yahya Kemal ve diğer isimlere dair ne anlatır? Şimdiye
kadar nasıl yorumlanmıştır?[48]
Yazarın
böyle üretken sorularla işi yok. Putları “Ömer öfkesinde”[49]
hızla kırarken kendisini yavaşlatacağını düşünüyor olabilir. Büyük ihtimalle
Ayvazoğlu’nun Yahya Kemal hakkındaki çalışmalarından hareketle -ama yine
referans vermeyerek- şöyle devam ediyor:
“…Hâlbuki
1920’lerin ortasından 40’lara değin Yahya Kemal kayıptır! Şahsiyet itibarıyla
da, eser itibarıyla da. Eseri yoktur; zira muhafazakârlığın referans
noktalarını bir bir ortadan kaldıran inkılâplar karşısında ‘muhafazakâr’ Yahya
Kemal suskundur.” (s. 109)
Yahya
Kemal’in 1920-40 döneminde “kayıp” olması (herhalde siyaseten çekinikliği
kastediliyor) bir ünlemle belirtilecek kadar ilginç ve sansasyonelmiş. Sanki
film Ütopya’da geçiyormuş, o dönemde kayıp olan 146’lıklar, Halide Edip ve
Adnan Adıvar’lar, Arif Oruç, Müslümanlar, muhafazakârlar, komünistler değilmiş,
yeni kurulan rejim otoriter siyasetini İstiklal Mahkemeleri’nde tüm muhalifleri
sallandırmak için uygulamıyormuş ve 1930’lardan itibaren ideolojik olarak
iyiden iyiye otoriterleşmemiş gibi: “Yahya Kemal kayıptır!” Muhafazakâr sıfatı
da tırnak içinde. Anlatılmaya çalışılan şu olsa gerek: O büyük muhafazakâr
Yahya Kemal, “muhafazakârlığın referans noktalarını kaldıran inkılâplar
karşısında suskun” size göstermeye çalıştığım gibi, bu nasıl muhafazakârlık?![50]
Yazar, Türk muhafazakârlığı literatürüyle -literatür bilgisi eksikliği,
akademik etik sorunları veya “kendi sesi”yle konuşmak, her ne nedenle olursa
olsun- diyaloğa girmemenin bedelini yüzeysellikle ödüyor. Sözgelimi Yahya
Kemal’in Mustafa Kemal’in masasındaki tavrı korkaklık olarak kişiselleşiyor.[51]
Oysa Yahya Kemal’in Gökalp, Babanzâde ve Mustafa Kemal diyaloglarıyla[52]
“kayıp”lığı hem dönemin siyasi tarihi hem de muhafazakârlık hakkında ne çok şey
söyler! Hatırlarsak, Çiğdem bu ilkeden hareketle muhafazakârlığın oluşum
dönemindeki genel eğilimlerine yönelik önemli bir saptama yapıyordu:
“Türk
muhafazakârlığı, gerek muhafazakâr entelijansiyanın cumhuriyetin kuruluşuna gönüllü
ya da gönülsüz destek vermesi gerekse cumhuriyetle girişilecek bir
hesaplaşmanın muhtemel sonuçlarının hareketin meşruiyetini baştan gidereceği
korkusuyla bu tür bir hareketten kaçınmıştır.” (Çiğdem, 1997)
Necip
Fazıl bölümünden itibaren gittikçe belirginleşen bir başka analitik problemi bu
aşamada formüle edelim: Kişiselleştirme ve/ya psikolojizm. Kişiselleştirme,
teorisizlikle olduğu gibi üslûpta fetişizmle de yakından ilgilidir. Yazar
nesnesini kişisellik dışı kavrayamadığında, nesneyle ilişki kişisellik dışında
kurulamadığında, ister istemez nesneye yönelimin formu üslûbu da ele geçirir.
Yarı jurnalistik, çok patlayıcılı ama teorik açıdan güdük çalışmaların alamet-i
farikasıdır bu. Nesnesini kavramsallaştıramayan ve nesnesiyle
kişiselleştirmeksizin muhatap olamayan bir tutum tarihselliği daima devre dışı
bırakır; aynı şekilde, tarihselliği devre dışı bırakan bir tutum kişiselleşme
eğilimi taşır. Bu tutumlara genellikle “şahsiyet analizi” kisvesi altında bir
başka problem, ahlâkçılık refakât eder:
“…Şahsiyetini
ortaya koyup azametini ispat ettiği bir örnek de yoktur, çünkü küçük hesaplar
ve büyüklenme zaafı arasında dalgalanıp durulması; alkole, melale, başına
buyrukluğa alış(tırıl)ması… itibarı hep kritik bir eşikte durmuştur. Yaşadığı
birkaç şahsiyet analizi imkânı sunan olayda ya (Atatürk’ün huzurunda) ayağa
kapanmıştır, ya (Madrid Sefaretinden Paris’e firarı ya da Celile Hanım
olayında) kaçıp saklanmıştır…” (abç) (s. 110)
Alıntıda
alkole alıştırılmasından söz ediliyor. Yahya Kemal arkadaş kurbanı mı acaba
diye sorabilecek okuyucuya bu kez kesin -ama çelişkili- bir bildirimle karşılık
verilecek: “Şahsiyet analizi” itibarıyla bütün bu olup biten “haylazlık”lar
Yahya Kemal’in iradesinin ürünüdür, o, arkadaş kurbanı değildir, bilâkis hazza
dayalı bir mizaçla hareket etmektedir:
“…rehavet ve keyif
insanıdır Beyatlı... İslamın yarın ölecekmiş gibi çabalamak konusunda sınırları
gayet belirli kurallarını aşan, aşamadığında onu esneten, estetiğe sığınan,
duygusal taşkınlıklara gebe bir ruhu ve biraz da ilmihal Müslümanlığı’ndan
uzak, hatta azade, Bektaşi-meşrep bir dünyevi Müslümanlığa temayülü vardır
Yahya Kemal’in.” (s. 110) (abç)
İbn
Teymiyye’nin hayaleti görünmeye başladı.[53]
İslâm’ın kitabî olarak apaçık olan mesajını çarpıtan, bunu estetiğin etik
karşısındaki üstünlüğü fikrinin sonucunda gerçekleştiren, (Hallacı Mansur’dan
itibaren bütün “zındık”ların mümeyyiz vasfı olan) şathiyelerle dinden çıkan ve
İslâm tasavvufunun en güçlü ekollerinden biri olan Bektaşilik sonucunda ilmihal
Müslümanlığı’nı dünyevi bir doğrultuya saptıran Yahya Kemal… Elbette bütün
bunlar içkisiz meydana gelemez. Mesajı çarpıtacaksın, estetiğin doruklarına
çıkacaksın, duygusal taşkınlıklara gebe bir ruhun olacak, Bektaşi-meşrep olacaksın
da içkiyi sevmeyeceksin, düşünülebilir mi? O, Sadi Irmak’ın aksine tabiatı
icabı “haylazlık etmemezlik” edememiş, Paris yıllarındaki kolektif görevlerine
dair gamsızlığı temsil eden bir işret merakı da edinmiştir. Bu da Necip
Fazıl’daki kadın bacağı gibi önemli bir “argüman” olarak görüldüğünden tekrar
tekrar vurgulanıyor:
“Gönül eri, sarhoş
anlamlarına gelen ‘rint’lere verdiği önemi en açık şekilde gördüğümüz
‘Rindlerin Akşamı’, şairin bir diğer yönünü bize gösterir… İçkiye düşkündür
üstelik. Gamsız geçen Paris yıllarının hatıralarına sirayet eden havası, işret
merakı, kimi ahbaplarını zorla içkiye alıştırması…” (s. 110-111)
“Yahya Kemal’in
Kavaklıdere şarapları için reklam metni olarak bir beyit yazdığını[54]
öğrenen Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘İçkiyi, azade hayatı seviyordu. Etrafında
uyandırdığı alâkada bu azade hayatın da büyük tesiri vardı’ deyip,[55]
bu durumu kabullenmeye meyyaldir. Bu Tanpınar için sevimsiz bir ayrıntıdır,
ancak o kadardır; zira o, Yahya Kemal’in, ‘üstadının’ sanat ve fikir dünyasına
odaklanmak ister.” (s. 121)
Paris
yılları, estetik modernliğin başkentindeki hızlı deneyimler Yahya Kemal’in
“şahsiyet analizi”nde bir değişikliğe de neden olmuş sanki: Alkole alıştırılmış
olma ihtimali olan, yâni edilgen bir şahsiyet portresi çizen şair, bundan böyle
dostlarını zorla içkiye alıştıracak kadar faâldir. O kadar ki, Paris’in
Baudelaierci atmosferinde alkolizmle sınırlı kalması zâten mümkün değildir.
İçkiyi uyuşturucu, uyuşturucuyu cinsel aşırılıklar “usul usul” takip edecektir,
Yahya Kemal Paris’le de sınırlı kalmayıp hazlarının emrinde Kuzey Avrupa’ya da
savrulacaktır. İşte sizin “muhafazakâr” dediğiniz gamsız ve alkolik hovardanın
âlemleri, “bin atlı akınlarda” nasıl “çocuklar gibi şenmiş”, buyurun görün:
“Öte yandan
Baudelaire’in üzerinde bıraktığı etki Yahya Kemal’in usul usul uyuşturucu kokan
‘Büyü Şiir’de dile getirdiği gibi, onu çapkınlıktan, batakhanelerden, kadın
merakından uzak bir adam olarak tasvir edenlerin[56]
düşündüğünün çok ötesindedir… Yemesini, içmesini çok seven Beyatlı’ya dair
sadece Paris’in değil, Varşova’nın da bütün pavyonlarını, batakhanelerini iyi
bildiği hâlâ söylenir.” (s. 111)
Çünkü
şiirlerinde de yakalayabileceğimiz gibi,
“…ince bir
erotizm, bir ‘temptation’ daima vardır… erotik gerilim ve içki vardır… Devam
eden şiirinin sonunda ise Erenköy’de sevgilisiyle buluştuğu, aşk şarabı içtiği
saklı bahçeler… Yahya Kemal Beyatlı’nın, 1948’de Karaçi’de, Türkiye’nin
Pakistan’daki ilk büyükelçisi olarak bulunduğu sıradaki sıkıntısı da, o renkli
âlemlerden çok uzak kalışının da etkisini taşıyor olsa gerektir.” (s. 112)
Suskunluk,
ödleklik, Atam’ın ayağına kapanma, alkolizm, kötü dost olma, uyuşturucuya
temayül, kadın düşkünlüğü, erotizm, tasavvufi eğilim, estetiğin
dorukları=etiğin kaybı, dünyevi Müslümanlık ve Celile Hanım’ı yüzüstü bırakması
yetmezmiş gibi, bir de askerliğini yapmamıştır Yahya Kemal. (s. 123)[57]
Sonuç
olarak, yazarın Yahya Kemal “analizi” diğer muhafazakâr figürlerinkinin yanına
âdeta yığılmış. Kitabın en tutarlı yanlarından biri bu. Kemalist Sadi Irmak bir
ulusal sorumluluk ve “görev duygusuyla, şevk ve heyecanla çalış(ıp), kendi
meşrebince ‘haylazlık’ etme(zken), 13 milyonluk ülkede seçilen 11 kişiden biri
ol(arak)” haylazlık eden, “işret ve uyuşturucu partileri”nin gediklisi, “kadın
bacaklarını Hz. İsa’dan yeğ tuttuğunu söyleyen”, “Holivut bıyığı furyasının
öncülerinden biri olup kadın bacakları üzerine şiir yazan” Necip Fazıl ve az
önce kişisel itibarı açısından tanıdığımız Yahya Kemal… Bu iki figürle ilgili
“şahsiyet analizi”, “muhafazakârların baş tacı ettiği, efsaneleştirdiği bir
suret hakkında ince bir ayrıntı. Bütüne bakışımızı yenileme ihtiyacını ifşa
eden bir ayrıntı” yazara göre. Türk Muhafazakârlığı başlıklı bu kitapta, yazar
okuyucunun muhafazakârlık hakkındaki bakışını bu sansasyonel ayrıntılarla
değiştirmeyi amaçlıyor. Peki muhafazakârlık eleştirisi bağlamında hakikaten ne
olup bitiyor?
“Putkırıcı”
bir üslûpla “şahsiyet analizi” şeklinde sunulan “ayrıntı”cı analizimsiler üzerinde
yeniden düşününce, kötü muhalefetin iktidarı güçlendirdiği yönündeki meşhur
kehaneti hatırlamadan edemiyor insan. İyi düşünülmemiş aykırılık, karşı olduğu
normu yeniden üretir. Özellikle efsaneye bir karşı-efsaneyle, sathî bir biçimde
karşı çıkma çabalarında onu yeniden üretme tuzağı iyi hesap edilmediğinde. Öyle
ki, kişisellik kültlerinin tuhaf hegemonik gücü zayıf ve yüzeysel karşıtlarını
da kendisine eklemleyebilir. Eklemlenen, var olan söylemin dışına çıkamaz. Okuryazar Türkiyeliler en azından II. Abdülhamit
ve Mustafa Kemal tartışmalarından itibaren buna âşina olmalılar: Bir
muhafazakâr figürü alır ve mitolojikleştirir; muhafazakârlık-karşıtı ise onu
demitolojikleştirir; fakat kişisellik ortada kalıp yaşamına devam eder, ister
severek ister söverek… Selefi bir zihniyetle, nesneyi elden kaçıran bir hınçla,
reklam spotlarına özgü bir putkırıcılıkla değil hakiki bir muhalif dil
arayışıyla yapılacak müdahale, bu kişiselliğin bizatihi kendisini
sorunsallaştırmaktan başlamalıdır.
Kişiselliği
sorun haline getirmek teorik düşünmeyle de gerçekleştirilebilir. Teorisizliği
bu nedenle vurgulamaya çalıştım. Teori, başından itibaren kişi-ötesi bir
faaliyettir. Kelime anlamıyla: Herhangi bir kişi olmayan Tanrının evreni
temaşası. Tanrıyı evrenden yalıtan bir yorum açısından (kişilerden apayrı duran
Yüce Varlık) olduğu gibi panteistik bir yorum açısından da (kişilerin toplamı
olarak Tanrı) böyledir. Yazarın
derinlikli bir teorik perspektifi olmadığında eleştiri kişiselleşme temayülü
taşıyor, belki de tersi, yâni kişiselleştirme teorik temelin kurulmasını daimi
olarak engelliyor, kim bilir.
Psikolojizm
koşullarında güçlü bir teorinin yaşamını sürdürebilmesi için çok farklı bir
müktesebat gerekir (Freud, Jung ve benzerlerindeki gibi). Aksi takdirde, psikolojizm
birikimsiz, hazırlıksız ve kötü niyetli yorumcuların en parıltılı
bataklıklarından biri olmuştur. Foucault'nun eşcinselliği ve Kaliforniya'nın
gey barlarındaki maceralarından teorisini mahkûm etmeye çalışan hödük
“eleştirmen”ler, Marx'ın kötü İngilizce'si, Dostoyevski'nin ise eserlerinde
olduğu gibi günlük yaşamında da (kadınlarla ilişkili olarak) kıskançlık
bilmediğini söyleyerek kendince kötü bir şeyler ima eden muhafazakâr yorumcular
vs. Biyografi yazarlarını veya buna öykünen siyasetbilimcileri bekleyen
tehlikelere birkaç örnek sadece. Hazırlık olmadan, temelsiz bir cesaretle
atıldığında bataklığa saplanır yorumcu: Bir nesne alınır (muhafazakârlık veya
Türk muhafazakârlığı) ardından hemen bir kişilik nesnesine dönüştürülerek olumsuz
duygular boca edilir, yazar bunun o kadar şehvetle kurbanı olur ki, kolay ve
yanılsamalı bir özdeşlik/özdeşleşmeyle, okur topluluğunun da muhakkak dikkatini
çekeceğini ve kişiselliğin yoğunluğu gereğince teorik bir temele dayanmanın
zorunlu olarak beklenmeyeceğini düşünmeye başlar. Elbette bir de psikolojizme
genellikle refakat eden ahlâkçılık var. İşte eleştiri ve polemiğin her ikisini
de hiçleştiren bir tutumun dayandığı temel: Psikolojizm ve ahlâkçılık. Kötü
kullanılıp suistimal edilmeye oldukça müsait olan bu bireşim, Schelerci anlamda
bir ressentimentı has eleştiri ve
polemik olarak sunar. Siyasal aciliyetler yoğunlaştıkça bunları birbirinden
ayırt etmek iyice zorlaşır, hele eleştiri sahasının da bomboş olduğu
düşünülüyorsa... Bütün bunlar, iyi ve kötü örnekler, bize bir fotoğraf
sunarlar. Ama has eleştirinin sunduğu, Barthes'ın Camera Lucida’da (2014) sunduğuna daha çok benzer: “Fotoğraf
korkuttuğu, ittiği ve hatta damgaladığı zaman değil, 'kara kara düşündürdüğü'
zaman yıkıcıdır.” Teorik bir birikime dayanmadan nasıl kara kara düşündüren bir
fotoğraf ortaya koyulabilir? Ama yine de hızlıca bir fotoğraf ortaya koymak
istendiğinde, düşündürmekten ziyade korkutan, iten ve hattâ damgalayan bir
fotoğraf gibi olur.
Psikolojizm
ve ahlâkçılık başlıca tuzaklar olsa da bu konuda düşünümsel bir farkındalık geliştirilebilir.
Bunun için ek stratejiler gerekecektir: Önce muhafazakârlığa dair bir teorik
çerçeve ortaya koyarız; sonra bunun Türk muhafazakârlığı açısından nasıl işlemsel
olabileceğini tartışırız; ardından Türk muhafazakârlığının başka "Türk
ideolojileri"yle örneğin çok benzeri olduğu düşünülen İslâmcılık'la
benzerlikleri ve farklılıklarını değerlendiririz ki, Türk muhafazakârlığının
özgüllüğü ortaya çıksın ve üzerinde çalıştığımız konunun teorik hatları
belirsin; bunu takiben Türk muhafazakarlığından seçtiğimiz figürlerin
muhafazakârlığı nasıl temsil ettiği üzerinde düşünürüz. İşte bu noktada,
psikolojizm ve ahlâkçılık kokan ifadeler yerini kalıba dökülmüş belli ideal
tiplemelere bırakır. Bu teorik süreç psikolojizm ve ahlâkçılığın panzehiri
olacak kadar etkilidir ama yoğun entelektüel emek isteyen zahmetli bir çabayı
gerektirir. Kazanımı fazladır böyle olduğu için de: Yarı gazetecilik-yarı
siyaset bilimcilikten mülhem zayıf bir teorik çabadan kaçınıp uzun vadeli
teorik açıklamalar geliştirebilmek.
Son
olarak, sadece Türk muhafazakârlığı konseptiyle değil, genel olarak
Türkiye’deki düşünce meseleleriyle ilgili entelektüel gelenek sorununu yeniden
ifade edeceğim. Bu sorun, sadece araştırmanın ulaşacağı sonuçların sağlamlığını
teminat altına almak gibi işlevsel bir amaçtan ötürü değil, aynı zamanda
Türkiye’de entelektüel geleneklerin gelişmesi gibi daha genel bir bağlamda da
geçerli olduğundan özel bir öneme sahiptir.
Entelektüel
alanla siyasetin dilinin arzu edilmeyecek bir benzeşmesinden söz etmiştim. Memleketin
siyasal atmosferindeki fütursuzluk entelektüel alanda da mı yankılanıyor acaba?
Siyasi hayatımızda gitgide kanıksadığımız bir durumundan ötürü yaygınlaşan
ileri kapitalizme özgü anything goes
havası, siyasette oluyorsa entelektüel işlerde de her türlü tasarruf
gerçekleştirilebileceğine yönelik bir anlayışa mı neden oluyor?
Bu
entelektüel sorun şimdiki zamana özgü değildir; hep var olmuştur. Hilmi Ziya
Ülken’in ilk baskısı 1942’de yapılan Şeytan'la
Konuşmalar’ını (2003) biraz karıştırmak yeterli. Yine de bu şedid
tasarrufların zamanımıza özgü siyasi koşullarda, bir zihinsel çölleşme ile
kolaylaştığını düşünmek mümkün görünüyor. Sözünü ettiğim türden bir şiddet, ilk
kez kolonyalizmin -Spivak’ın terimleriyle- “epistemik şiddet”inde ortaya
çıkmıştı. Bunun en incelikli tarzı için bazı Şarkiyatçı figürleri hatırlamak
gerekiyor. Flaubert Doğu'ya Yolculuk'un
(2016) Kahire bölümünde Kahire'nin egzotik, erotik ve absürd Şark'ın özüne ait
olaylara sahne olduğunu aktarır. Şarkiyatçılık'a
(2004) bakarsak, burada Doğu'nun üzerinde çeşitli oyunlar oynanabilecek bir
temsil olarak sunulması söz konusudur: Fütursuz Şark'ın garip olayları fütursuz
bir Şarkiyatçılık uygulamasını koşullar. Şark, böylelikle üzerinde her türlü
işlemin gerçekleştirilebileceği bir saha haline gelir. Yazar gâliba böyle bir
sahada, kolonyal imgelemdeki “dünyalaştırma”ya hazır bir “boş toprak”ta
faaliyet gösterdiği vehmini taşıyor.[58]
Bunun vehim mi gerçeklik mi olduğunu tayin edecek olan okurlar ve entelektüel
kamuoyudur. Yoksa “bizde eleştiri yok” edebiyatının sinizmine kapılmaktan başka
çâre yok.
[1]
Örneğin, kitabın eleştiri bölümünün
ilk makalesi olan “Post-Muhafazakârlık Tezinin Eleştiri”ne ek olarak, “Nurettin
Topçu Janus’u Üzerine” (2007) başlıklı yazıda Laurent Mignon ile girdiğimiz
fikir tartışması, “Kültürelcilik ve Karşı-Kültürelcilik Gelgitinde Muhafazakâr
Yanılgı” (2009) makalesindeki literatür eleştirisi, “Muhafazakârlık,
Modernleşme ve Gelenek: Modernleşmeci Körlüğü Kavramak” (2009) bölümündeki bu
konuda bir çerçeve kurma denemesi, “Şarkiyatçılığı İstismar Etmek”teki (2016)
eleştiri ve diğerleri.
[2]
Uygulama ile Yaşar Suveren’in Mülkiye
Dergisi (2014) ile Toplum ve Bilim’deki
(2014) makalelerine benzer bir çalışmayı kastediyorum. Suveren, egemen
“kültürelcilik”i (muhafazakârlığı sadece kültürel terimlerle tanımlayan ve onu
bir tür kültür bekçiliğine dönüştüren hâkim anlayış) eleştirme konusundaki
teorik çabamı empirik açıdan teyid eden bir çalışma kaleme almış: “Mollaer’in
de vurguladığı üzere Türkiye’de muhafazakârlık farklı tarihi bağlamlarda ve
farklı teorik temellerde tartışılmasına karşılık, hasımları ve yandaşları onu
benzer bir biçimde anlamlandırmışlardır: ‘Muhafazakârlığın
bir çeşit kültürelci düşünce tarzı olduğu fazla düşünülmeden kabul edilmiştir.
Olumsuz anlamıyla kültürel bir reaksiyon
hareketi, olumlu anlamıyla ise değişim içinde kültürel sürekliliğe önem veren
bir düşünce biçimi olarak muhafazakârlık’... Bu noktada çalışmamızın bizce
önemli bir tespitini baştan ifade etmek gerekirse, söz konusu eğilim sağ ve
muhafazakâr siyasetin ve düşünce geleneğinin kadim denebilecek kültürelci
eğilimleriyle (Taşkın, 2007; Çınar, 2006; Mollaer, 2008) anlamlı bir örtüşmeyi
ampirik düzeyde teyit etmekte veya göstermektedir...” (Suveren, 2014) (abç).
Tartışma derken Efe Bayram’ın Birikim
Güncel’de (2016) yayınlanan makalesini kastediyorum. Bayram tartışma
bağlamını şöyle oluşturuyor: “Fırat Mollaer İletişim Yayınları’ndan çıkan Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi
kitabında sol ve sağ kültürelcilikler şeklinde tasnif ettiği, birbirlerinin
yazı tura misali simetrik karşıtı olan bu kesimlerin bir nevi yapısökümünü
yapıyor, kapitalizm konusunda bu iki ‘düşman’ arasındaki örtük uzlaşmayı teşhir
ederek çözümleme çabasına giriyor. Bunu yaparken de odağına günümüzün politik
ve ekonomik iktidarını elinde bulunduran muhafazakâr kesimi alıyor… Mollaer,
Fredric Jameson’ın ‘daima tarihselleştir’
ilkesinden hareketle, her birimizin gündelik yaşamlarını etkileme gücüne sahip
olan bu çekişmenin izlerini Tanzimat’tan bugüne şairlerin, romancıların, fikir
adamlarının metinlerinin içinden sürüyor, psikanalitik jargonla Türkiye’nin
kolektif bilinçdışında bir seyahate çıkıyor. Bu seyahatte, Mehmet Âkif’in
Asım’ın Nesli’nden Yahya Kemal’in Ezansız Semtleri’ne, Peyami Safa’nın
Fatih-Harbiye’sinden Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’suna Cemil Meriç’in Bu
Ülke’sinden Şerif Mardin’in “merkez-çevre” diyalektiğine kadar birçok güzergâha
uğruyor. Toplumu, en başta sınıfsal olmak
üzere tüm antagonizmalardan bağımsız, yekpare bir bütün şeklinde ele alan
kültürelcilik söyleminin eleştirisi, kitabı en başından sonuna kadar katediyor”
(Bayram, 2016) (abç). Değerlendirmeyi ise Tanıl Bora’nın son kitabı Cereyanlar: Türkiye’de Siyasî İdeolojiler’den
örnekleyelim: Bora “…global piyasayla bütünleşerek büyüyen ve reaksiyoner,
‘taşralı’ karakterinden sıyrılmakta olduğu düşünülen ‘çevre’ burjuvazisi”nin
sınıfsal-toplumsal dinamiğine dayanan, “neoliberal önceliklere hitap eden” ve
muhalif İslâmcılık’ın “İslâmcı birikimi liberal-muhafazakâr bir yoklaşmaya
uğratmakla itham ettiği” siyasal-toplumsal
olguyu yazarken ekler: “Muhafazakârlık üzerine çalışan siyasetbilimci
Fırat Mollaer, bu minvalde tekno-muhafazakârlık kavramını önerir” (Bora, 2016).
Eleştiriye de Deniz Ali Gür’ün Muhafazakârlığın
İki Yüzü üzerine Modus Operandi
dergisinde yayımlanan “Muhafazakârlığa İdeolojik Bakmak” başlıklı yazısını
örnek olarak verebiliriz. Gür, bir yandan kitabın literatüre nasıl bir katkı
yaptığını tartışırken diğer yandan tenkidi elden bırakmıyor: “Türk
modernleşmesinin tarihsel ittifakının unsurları arasında yer alan Soğuk Savaş
ideolojisinin karakteri, bizi Mollaer’in çalışmasının sorunlu yanlarından
birine getiriyor. Varsaydığı ‘politik anlam ufku’nun doğal bir ürünü olarak
Kemalizm’e alerji duyan Mollaer, galat-ı meşhuru yeniden üreterek Kemalizm’in
kurucu aklı sonuna kadar götüren, radikal biçimde kopuşçu bir ideoloji olduğunu
savunuyor. Kemalistleri Jakobenler’le özdeş tutarak Kemalist ideolojiyi Kadro
çizgisiyle tanımlayan yazar… Kemalizm’in Kadro
üzerinden okunarak radikal kopuşçu sayılması hatalıdır” (Gür, 2016).
[3]
Her ne kadar, özgün yazıların bulunduğu, İletişim Yayınları’nın Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce serisindeki Muhafazakârlık
cildi (2003) “neredeyse tüm yönlerini derli toplu ortaya koyan” geniş kapsamlı
bir eser olarak zikredilmeye aday olsa da. Fakat o da anılmıyor.
[4]
İki sayfa sonra da, nesnenin sistematik olmaması, tutarsızlıkları,
eğitimsizliği vesaireden bahsediliyor: “Tanpınar dahil, bu isimlerin neredeyse tamamı düşünce alanındaki
(roman-şiir-hikâye dışındaki, dolayısıyla daha akademik denilebilecek)
eserlerinde eklektik, hatta birbiriyle tamamen çelişen, üstünkörü yazılmış gibi
duran metinler üretmişlerdir” (s. 23-24) (abç). Yazar “neredeyse” ile muazzam
şiddetli bir kelime keşfettiğini düşünmüş gibi görünüyor. Zira defalarca ama
benzer türden kıyıcı yargı bildirimi, bu kelimeye bağlanıyor. İlkini hemen
yukarıdan hatırlayacağız: “…Türk muhafazakârlığının sınırlarını çizen, neredeyse tüm yönlerini derli toplu ortaya koyan müstakil bir kitaba henüz
rastlamadım” (s. 21). Yetmez, bir “neredeyse” daha: “Türk muhafazakârlarının
öncü isimlerinin neredeyse hepsinin
(hiçbirinin?) üniversite eğitimini ya tamamlayamadığı ya da hiç almadığı
gerçeği de dikkat çekicidir” (s. 23) (abç) (soru işaretini ben ekledim). Bu
örneği kitabın geneli açısından düşünürsek Türk muhafazakârlığı konusundaki
problemli noktalara yönelik ilk belirlemeyi yapmak mümkün: Tanpınar ve
diğerlerinin böyle “kötü” metinler ürettiklerini eserlerinden örneklerle
kanıtlama çabası yerini “neredeyse” kolaycılığına bırakırken siyasal bilimin
enerjisini sağlayacak argümantasyon çabası da terkedilmiş. Çünkü muhtemelen
muhataplar toplululuğunun muhalif “irfan”ının Türk muhafazakârlığını eleştiren
bir çalışmada bu çabayı gereksiz kıldığı varsayılıyor. Bunu nesnenin siyasal aciliyetleri sorunu
olarak analiz edeceğim.
[5]
Yazar, sonraki sayfada “literatürde kendilerine çok da (neredeyse hiç?) yer verilmemiş” Oksidentalizm/Garbiyatçılık
gibi kavramlara başvuracağını açıklıyor. “Neredeyse”, “çok da” gibi kelimeler
özenle kullanılmış. Her iki kelime de ihmal edilebilir bir nicelik ve
muhtemelen nitelik (ihmal edilebilir olmasa neden bahsetmeyelim? Bunun gibi
durumlar için “kayda değer” kelimesi var değil mi?) ima ediyor. Böylelikle
bomboş bir sahada faaliyette bulunduğu imajı yaratılıyor. Bazen kıyıcı yargı
belirttiği bazense entelektüel emeğin itinayla hiç edilmesinin yordamı olduğu
anlaşılan bu tür kelimelere veya bunların işaret ettiği akademik sorunlara
serbest çalışmalarda sıklıkla rastlanır. Oysa bir doktora-sonrası çalışmada
beklenen, önceki çalışmaları göstermek, ihmal edilecekse neden böyle
yapılacağını izah etmek, bunu yaparken bile onlarla diyalog ve mücadeleye
girmektir. Yazar, mesela Garbiyatçılık bağlamında, başka eserleri olduğu gibi
Meltem Ahıska’nın iyi bilinen çalışmasını (Radyonun
Sihirli Kapısı: Garbiyatçılık ve Politik Öznellik), Alim Arlı’nın kitabını
(Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif
Mardin), aşağıdaki paragraftaki, Tekno-Muhafazakârlığın
Eleştirisi’ndeki Necip Fazıl’la ilgili “Tekno-Muhafazakârlığın ‘Üstad’ı”
makalesinde bu terimlerin Necip Fazıl bağlamında kullanılmasını ve bunun Necip
Fazıl’ın anlaşılması açısından bir yaklaşım olarak önerilmesini de ihmal
edilebilir görüyor: “…(Necip Fazıl’ı analiz etmek için) iki yaklaşım
önereceğim. (Bunlardan biri olan) Söylem teorisi, yazarın metnin anlamları
üzerinde bütünüyle tasarruf sahibi bir author-ity olduğunu temel alan ‘yazara
ilişkin geleneksel imajı pekâlâ yıkabilir’ ve eğer böyleyse psikolojizm ve
sübjektif iradeciliğin panzehiri olarak karşımıza çıkar. Söylem teorisi,
bakışımızı bütünlüklü yazara değil, neyin konuşulup neyin konuşulamayacağını
tayin eden söylemlere ve söylemin sınırlarına çevirir. Söylem teorisinin
gözlükleriyle bakıldığında, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su orijinalliğini (ve
belki de ‘celadet’ini) yitirmeye başlar. Çünkü bu yaklaşıma göre, dil özneden
önce gelir; Büyük Doğu, yazarı konuşmaya başlamadan evvel varolan ve yazarının
konuşacağı dil dünyasının sınırlarını oluşturan söylemsel ağların orijinalliği
tehdit eden tasallutundan kurtulamaz. Özellikle ‘Doğu Doğudur Batı da Batı’
mottosunda somutlaşan Şarkiyatçı söylemin tasallutudur söz konusu olan. Söylem
teorisini Şarkiyatçılığı (Oryantalizm) anlamak üzere seferber eden Edward
Said’in yaklaşımından hareketle, Büyük Doğu, Doğu’yu Batı’dan ontolojik ve
epistemolojik olarak (kökten biçimde) farklı bir bütünlük biçiminde inşa eden
Şarkiyatçı söylemin büyük metninin (ya da metinler arası dünyasının) içine
yerleşir. Ayrıca, aynı yaklaşımdan yola çıkılarak, Büyük Doğu’nun Şarkiyatçı
söyleme karşı reaksiyonu ifade eden Garbiyatçılık’ın bir örneği olarak
incelenmesi gerektiği de iddia edilebilir. Bu durumda, yine, Büyük Doğu’nun
programında yazarın merkezi konumundan onu belli bir söylemin tezahür ettiği
yer olarak ele almak suretiyle, yani söylem lehine vazgeçilmiş olur” (Mollaer,
2016: 142-143). Kitabın daha başında görünmeye başlayan bu usûl ve etik
sorunlarını ileride ele alacağım.
[6]
Mesela Tanıl Bora’nın “Otomobilin Şerri: Nurettin Topçu’da Anti-Modernist Buğz,
Teknoloji Sıkıntısı ve Otomobil Nefreti” makalesinde yaptığı gibi: “…Nurettin
Topçu’da, onu muhafazakâr-devrimci düşünce geleneğine yaklaştıran bir damar
olduğunu yazmıştım Türk Sağının Üç Hali’nde…
Topçu’nun düşüncesini romantik anti-kapitalizm kavramının şemsiyesi altına
çeken Fırat Mollaer de, onun kapitalizmi aşmaktan çok, bu sistemin insan
haysiyetine aykırı çehresini tasvire yoğunlaştığını teslim ediyor” (Bora,
2008). Burada kolaylıkla görülen şey, bir nesne ve iki kavramın getirdiği
benzer ve farklı özelliklere sahip iki yorumdur. Önünde bir Türk
muhafazakârlığı veya Nurettin Topçu nesnesi duran araştırmacı, yeni bir katkı
getirmek istiyorsa, önce literatürü iyice taramalı, ardından eski yorumlarla
uzlaştığı ve onlardan ayrıldığı noktaları dikkatle belirlemelidir. “Şu saftan
yanayım, berikinin karşısındayım” demek hiçbir analitik değer taşımadığı gibi
entelektüel açıdan yüzeysellik göstergesidir.
[7]
Namık Kemal bölümündeki “Osmanlı-Türk modernleşmesinin… bütün Batılılaşma
teşebbüslerine sirayet edecek ölçüde büyük bir ‘Aydınlanma eksikliği’ ile sakat
kal(ması)” (s. 78), “kendisinden (Namık Kemal’den) Ahmet Midhat Efendi’ye, Ziya
Gökalp’ten Cemil Meriç’e kadar hamasi bir kültüralist söylem” (s. 92) gibi
“hamasi” ve metodolojik açıdan tartışmalı, 1965 model ifadeleri, kitapta Namık
Kemal’i Türk muhafazakârlığı konseptine dahil etmek için analitik bir gayret
olmadığından tartışmanın dışında bırakıyorum. Fakat anlaşılıyor ki, yazar
birbiriyle özdeş olmayan figür ve olguları özdeşlik potasında eriten bir
hamasette oldukça ısrarlı.
[8]
Yazar, girişin sonlarına doğru kitabın yalınkat olma ihtimali varken bundan
kurtulduğunu ifade ederek devam ediyor: “…ilginize sunulan bu bütün ortaya
çıktı… Esasen ‘bütün’ kelimesinin tam anlamıyla gerçeği yansıtmayabileceğini de
belirtmem gerek. Zira aslında bu çalışmayla okurlara, kendilerince bir bütün
oluşturabilecekleri çeşitli ‘parçalar’ vermekte olduğum…” (s. 25-26). Ardından
“çalışmayı zenginleştirerek tamamlayacak içerikte olup da dışarıda kalan
yazılar”ı -sanki hayıflanıp mazeret göstererek- bir bir sayıyor. Son olarak,
devamında, -başka kitaplarda yer aldığı veya başka yazarlarla ortak kaleme
alındığı için- mecburen dışarıda kalan yazılardan dolayı “burada söylemek
istediklerimin bir kısmı daima biraz eksik kalmaya mahkûm” (s. 27) diyerek
bitiriyor.
[9]
Kitabın işaret edeceğim sorununun nedenlerinden biri de, analiz açısından
kritik bir önem taşıyan muhafazakârlığın ideoloji mi söylem mi olduğu veya iki
boyutlu olarak incelenip incelenemeyeceği tartışmasının yapılmaması olabilir.
[10]
Benjamin’in doktora tezi olan Alman
Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı Goethe’den şöyle bir epigrafla
başlar: “Analizcinin her şeyden önce… üzerinde düşünmesi ya da dikkatini
vermesi gereken mesele şudur: Gerçekten gizemli bir sentezle mi karşı
karşıyadır, yoksa ilgilendiği şey gelişigüzel bir araya gelmiş bir yığın mıdır…
ayrıca tüm bunları nasıl bir düzene sokacaktır.”
[11]
Bourdieu’nun (1991) “sosyoloji zanaati” (the craft of sociology) ifadesine
gönderme yapıyorum. Bu ifade, genel olarak sosyal bilimler için de kullanılabilir.
Bu bağlamda sosyal bilim talebeleri için öğretici ve ilham verici Cemal Kafadar
söyleşisine (2016) bakılabilir: “Tarihçinin Marangozdan Hiçbir Farkı da
Üstünlüğü de Yoktur.”
[12]
Burada teorik perspektifle, diyalektik bir anlayışı kastediyorum. Dolayısıyla
bu konu itibarıyla varlığın kendi kendini açması için özgür bırakılmasına
yönelik Heideggerci tutumu faydasız bulduğumu belirtmeliyim. Bir ideoloji ve
söylem olarak muhafazakarlığın birbirinden farklı momentleri bir araya
getirilmelidir. Bu, bağlantısız gibi görünen öğeler arasındaki ilişkilerdeki
“bütünlük”ü ortaya koyan diyalektik bir harekettir. Diyalektik, bütünlük
talebinden vazgeçemez. Fakat bunun yine diyalektiğin talep ettiği bir
rasyonellikle yapılması icap eder. Aksi halde -Adorno'nun terimleriyle-
“diyalektiğin nefret ettiği” yalıtılmışlık (olguların yalıtılmışlığı) ve
irrasyonalizme kapı aralayan argümansız düşünce ortaya çıkar. Diyalektiğin içi
boş putkırıcılık değil, imkânsız olsa dahi bütünlük peşinde bir arayış
olmasının nedeni de budur.
[13]
Biraz değiştirdim: Oğuz Demiralp’in kitabının başlığı Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim (2014). Demiralp, “Tanpınar’ı değeri
bilinmemiş, harcanmış bir aydın imgesi olarak değil, kültürümüzün sürekli
olarak yararlanabileceğimiz bir gömüsü olarak görmeliyiz” diye yazarken ana
metinde kastettiğime yakın bir durumdan bahseder.
[14]
Bu katman -bazen yanlış bir biçimde salt teknik bir konu olarak görülebilen-
dipnot vermenin derin nedenini de teşkil eder. Bu derinliği etik, varoluş ve tarihsel anlamıyla kullanıyorum. Kafadar
dipnotun uzun tarihini şöyle anlatıyor: “Marangoz nasıl işi ustasını izleyerek
öğreniyorsa, tarihçi de işi iyi yapanı çok dikkatli takip etmelidir. Örneğin,
iyi dipnot nasıl yazılır anlamalıdır. Yıllarca öğrencilerime hep metinle dipnot
arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna ve dipnotun nasıl işlevselleştirildiğine
dikkat etmelerini tavsiye ettim. Sonuçta bunun da bir tarihi var, Anthony
Grafton’ın Footnote: A Curious History
kitabına bakınız. 17. yüzyılda Kartezyen düşünceye karşı ortaya çıkan bir
enstrüman yıllar içinde bambaşka bir hale gelmiş. Bunun gibi bizim zanaatın en
küçük parçalarının hikâyesinin bile hakkını vermesi gerekir tarihçinin. Bu
sebeple, dipnotun da, bibliyografyanın da işlevini, nedenini bilmelidir. Bunu
da ancak bu işe gönül vermiş bir insan umursar. Tarihçi için kaynak göstermek
çok önemlidir elbette. Bunu dipnotlar vasıtasıyla yapmak zorunda değilsiniz.
Ancak kaynak gösterme çok eski tarihlere dayanır. Dipnot denilen modern
enstrüman ortaya çıkmadan önce de, yazarların kendine göre notlandırma
yöntemleri vardı. Örneğin, Şeyh Bedreddin’in veya Memlük dönemi Kahiresi’nde
onun hocalarının eserlerine bakarsanız, onların da, kitapların giriş kısmında,
metinde atıf yapılacak eserlerin kısaltmalarının listesini verdiğini ve metinlerinin
içinde bu kısaltmaları kullandıklarını görürsünüz. Dolayısıyla farklı araçlar
kullanılsa da, kaynak gösterme kaygısı baki.” (Kafadar, 2016)
[15]
Nedeni bu saftakilerin muhafazakâr olmalarıysa muhafazakârlık kavramının
açıklanması gerekir. Çünkü genel (kavram) açıklandıktan sonra onun taşıyıcıları
olan figürler örnek olarak gösterilmelidir. Oysa yazar kitabın girişinde
muhafazakârlık terimine “yüklenen anlam değişikliğini akılda tut(tuğunu)” (s. 15)
belirtmesine karşın muhafazakârlığın ne olduğunun analitik bir şekilde
açıklanması söz konusu değil. Kavramla ilgili zihinsel derbederlik ise tikelin
açıklanamaması biçiminde kendisini gösteriyor.
[16]
Pala, Zaman’da yazdığı “Muhafazakârın
Sanat Manifestosu”nda Mustafa İsen’in “muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat
normlarını ve yapısını oluşturmalıyız” çağrısından yola çıkar ve “muhafazakâr
sanatı tartışmadan evvel muhafazakârlık kavramını tartışmak gerekir” diyerek
devam eder. Bu noktada, Kubbealtı Sözlüğü’ne
başvuruyla, muhafazakârı ‘Milli, manevi değerlere, eserlere, âdet ve
geleneklere bağlı olan, onları korumak, yaşatmak, devam ettirmek isteyen’
kişidir diye tanımlayarak bu tanıma göre kendisinin bir muhafazakâr olduğunu
belirtir. Bunun ardından, “muhafazakâr sanat” yerine “bir muhafazakâr olarak
sanatı tanımlayan 20 maddelik bir manifesto” yazar. Manifestonun ilk maddesi
şudur: “Muhafazakâr sanat (MS), geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış
bir toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutudur” (Pala, 10 Nisan
2012). Kitapta Pala’nın neden muhafazakâr olduğu açıklanmaksızın terim bir
kimlik etiketi gibi kullanılmasına karşın kendisini muhafazakârlıkla faal
biçimde özdeşleştiren bir yazarla karşı karşıya bulunduğumuz açık görünüyor.
Aslında bir yazarı muhafazakârlık bağlamında değerlendirmek için bu tür bir
beyandan hareket etmek zorunlu değildir. Muhafazakârlıkla bilinçli olarak
özdeşleşen (Safa ve Pala gibi) yazarlarla bu özdeşleşmeye fazla girmeden bir
çağdaş siyasal ideoloji veya düşünce akımı olarak muhafazakârlığın yapısal
temalarını ifade eden (Tanpınar gibi) yazarlar vardır (Bu ikincisinin üzerinde
de titizlikle düşünmek icap eder çünkü dinî referanslar bağlamında
muhafazakârlık ve İslâmcılığı birbirine indirgeyen baskın bir eğilim politik
kültürümüzde olduğu gibi siyasi düşünce analizinde de kol gezmektedir). Buna ek
olarak, ideoloji konumları ve yaklaşım konumlarının varlığından söz edilebilir.
O halde, Cündioğlu’nun muhafazakârlıkla faal özdeşleşmesi, ideoloji ve yaklaşım
açısından konumuna bir bakalım. Cündioğlu, Pala’nınkinden yaklaşık bir ay sonra
kaleme aldığı “Zer İle Zor Arasında” makalesinde “sanatın varlık nedeni”nin
tahayyül olduğu; gerçeklik, akıl ve bilimden farklı olarak “tahayyülün
sınırları”nın olmadığı tezinden yola çıkar. Buna göre, sanat sürekli bir sınır
aşma hareketine dayanır. Konunun muhafazakârlığa bağlandığı nokta da burasıdır:
“Muhafazakâr sanat olmaz bu yüzden! Başka bir nedenden dolayı değil, sanatın
özü gereği olmaz. Eğer kelimelerin haysiyetini korumakta ısrar edeceksek,
açıkça ifade etmekten niçin çekinelim: Sanatın değil sadece, sanatçının da
muhafazakârı olmaz! Çünkü tahayyülün, korunması zorunlu sınırları olmaz!..
Sanatın en başından beri yasayla, düzenle, genel ahlâkla, hatta toplumla başının
belada olmasının en temel nedeni bu serazadlığı değilse nedir? .. Tahayyül
dizginlenemez. Sınırlanmaz. Muhafaza edilemez” (Cündioğlu, 3 Mayıs 2012).
Cündioğlu, makalenin sonuna doğru güncel tartışmaya değinerek konumunu tayin
eder: “Muhafazakâr Sanat, var olan değil, var olması istenen (emrolunan) bir
sanat tarzının adı. Kendisi yok ama şimdiden bir manifestosu bile var. Çok
yazık! Zer de (altın) yanında artık, zor da (iktidar). Farklılıklara
tahammülsüz bu yüzden. Karşıt görmek istemiyor” (Cündioğlu, 3 Mayıs, 2012).
Cündioğlu, kısa bir süre sonra Yeni Şafak’taki
“Çamlıca İçin Yakarış” başlıklı makalesinde muhafazakâr hükümetin projesinin
neden “meş’um bir proje” olduğunu açıklamaya çalışırken bu konudaki kamusal
tartışmanın güçlü seslerinden biri haline de gelmiştir (Cündioğlu, 22 Kasım
2012). (Bu konuda yazdığı makalelerin yanı sıra verdiği röportajlarla da bu
konumunu gittikçe pekiştirmiş, hattâ muhafazakâr hükümete yönelik eleştirilerde
konumunu muhalefette belirleyenler tarafından da referans verilmeye
başlanmıştır.) Yaklaşım konumları (veya tutum) açısından bakıldığında,
“Muhafazakâr Sanat Manifestosu”nun eleştirisindeki estetik anlayışta sanatın
özerkliği tezinin savunulduğu oldukça açık görünüyor. Bu estetik anlayış,
yoldaşlarını muhafazakârlardan ziyade avangard bir sanat anlayışında veya
romantiklerde bulur. Buna ek olarak, Cündioğlu saf estetik bir konum
almadığını, estetiğin politikayla ilişkisine dair bir yorumla muhafazakâr
sanatın, sanatın mahiyeti gereği olamayacağını açık ve anlaşılabilir bir
biçimde ileri sürmektedir. Burada bizim için asıl önemli olan, bu tezleri
içerik açısından tartışmaktan ziyade yaklaşım konumu açısından bakıldığında
Cündioğlu’nun muhafazakâr olarak etiketlenmesinin neden sorunlu olduğunu izah
etmektir. Çünkü bu bağlamda ne muhafazakârlığa ne de Cündioğlu’nun düşünceleri
üzerinde düşünmeye bir faydası olan yapısal bir sorunun izdüşümleri kendisini
belli ediyor. Yazar, genel olarak yaptığı gibi, galat-ı meşhurlardan hareketle
Cündioğlu’nun “İslâmcılığı”ndan dolayı “muhafazakâr” da sayılabileceğini
düşünmüş olabilir. Oysa bu 1980’lerden itibaren İslâmcılık ve muhafazakârlık
literatürünün gelişmesiyle iyice farkına varılan bir İslâmcılık-muhafazakârlık
ayrımını göz ardı etmek anlamına geldiğinden, en az önceki kadar büyük bir
fecaattir. Bununla birlikte, anlaşılan o ki, yazara göre sorgulanmaksızın
dolaşan galat-ı meşhurlar, literatür bilgisinden (hem “muhafazakâr sanat”
tartışması hem de söz konusu literatür anlamında) daha kesin bilgiler
sağlayabilir. Bu nedenle, son dönemde muhafazakârlıkla ilgili kamusal
tartışmaları özgül olarak tanıtıp konumlanmaları analiz etmek yerine belirsiz
güncel olayları yığılmış bir vaziyette ve şikâyet havasında okuyucuya aktararak
gaz almayı daha emin bir yol olarak görüyor. Okuyucunun zâten anlayacağını
düşünüyor ama okur topluluğunun ârifliğinden ziyade -aşırı politizasyon
koşullarındaki- vasatlığı varsayımından hareket ediyor. Yoksa, muhafazakâr
sanat tartışması gibi Çamlıca Camii inşaatı projesinde de, muhafazakârlıkla
ilgili kamusal tartışmaların nasıl yapıldığını, bu tartışmalarda hangi
fikirlerin ileri sürüldüğünü ve ne tür konumlar alındığını okura somut ve
belirli bir aktüalite üzerinden izah edebilirdi. Sonuç olarak, yazar, safları
eleştirel akıl değil inançla sıklaştırmak için, ya muhafazakârlıkla ilgili
kamusal tartışmalara vâkıf olmadığından ya da bunun bilgisine sahip olsa bile
galat-ı meşhurları bir doktora-sonrası çalışmasında kullanmayı yeğlediğinden
analitik ve teorik olarak hayli sorunlu bir tasnife başvuruyor.
[17]
Koçak bunu Gezi’deki duvar yazılarından biri olan “Turgut Uyar’ın Dizeleriyiz”e
referansla, şairin “çeşitli bağdaşmazlıklar, bakışımsızlıklar”a, “çıkmaz”a,
“giderilemez eksikliğe” hakkını veren bir yönü de olduğundan bir kolektif
hareketin stratejilerine doğrudan tercüme edilemeyeceğini vurgulamak için
söylüyor. Çünkü kendi tanımıyla bir Troçkist olmakla birlikte, iyi bir düşünür
olarak, entelektüel faaliyetin pratikle ilişkisi tartışılmaz olsa bile “saf”
özdeşlikle yürümeyeceğini, bir özdeşsizlik nedeniyle, “meydanın hakkının
meydana mağaranın hakkının mağara”ya verilmesi gerektiğini düşünüyor.
[18]
Ziya Paşa’nın beytini, bunu akademik usûl ve ahlâk sorunları gibi bir bağlamda
kullanan Ali Birinci’nin Tarihin Kara
Kitabı’ndaki “Tarihçilikte Meslek Ahlâkı veya Ahlâksızlığın Tarihçiliği
Meselesi” makalesinden aktardım.
[19]
“Metinlerde bir şiddet vardır ve şiddete inceleyen eleştirmenin yaptığı yeniden
inşalarla yanıt verilir. Freud’a başvuralım: ‘… İmaları bakımından metnin
tahrifatları cinayetten farksızdır…’ ” (Said, 2009)
[20]
Yazarlık bir otorite (author-ity) meselesi olsa bile bu otoritenin askeri
metaforlarla hiçbir ilgisi yoktur. Söz konusu olan, sorgulanmaya, eleştiriye ve
alt üst edilmeye mahiyeti gereği açık bir otoritedir. Örneğin, Tanpınar’ın
“ahlâkçı”sı, böyle bir otorite olmadığı, kendisini karakterlerinin bakışına
açmadığı, yazarlığın otoritesinin düzeyini başka otoritelerin düzeyine
indirgediği için kötü bir yazarlık örneği sunar. Bu durumda, ilk bakışta farklı
otoritelerin birbirine karıştırılmasından doğan bir form sorunu var gibi
görünür. Oysa form sorunlarının içeriği de etkileyebileceği akılda tutulmalı.
Kitaptaki askerî metaforlar sadece “saf”lar açısından değil Türk
muhafazakârlığı figürleri değerlendirilirken de kendisini gösteriyor. Örneğin,
yazarın girişte sözünü ettiği “bütüne bakışımızı yenileme ihtiyacını ifşa eden
ayrıntılar”dan birinin, Yahya Kemal’in askerlik yapmayışı olduğu anlıyoruz.
Önemli bir “argüman” olarak görülmüş olmalı ki, kitabın Yahya Kemal’le ilgili
iki sayfada da geçiyor (s. 17, 123). Öğün, “Türk Muhafazakârlığının Kültür
Kökleri ve Peyami Safa’nın Muhafazakâr Yanılgısı”nda Peyami Safa’nın 1961’de Düşünen Adam’da yazdığı bir makalenin
girişinde orduyu nasıl “selamladığı”na dikkat çekiyordu: “… Türkler asker bir
millettir… Her memlekette ordu muhafazakârdır” (Safa, 1961’den: Öğün, 1997).
Öğün, bu makalesinde, başlığın da (“kültür kökleri”) vaat ettiği gibi,
Türkiye’de muhafazakârlığın sağ sivil toplumcu tezlere karşın, “paternalist
kültür kodları” ve “cumhuriyetin doğasında yatan paternalist ilkelerle” nasıl
eklemlendiğini gösterir. Hem muhafazakârlığı hem de “Kemalizm’i güçlü ve
tutunumlu kılan unsur” da siyasallaştırılan bu kodlardır. Yazar, bu tür ufuk
açıcı analizlere başvurmak yerine, muhafazakâr figürlere karşı “kod”larda ve
Kemalizm’in “paternalist ilkeleri”nde var olan bir durumu okurun zâten sezgisel
olarak bildiğini varsayarak -kodu ve ilkeyi- muhafazakâr figürlere karşı
harekete geçiriyor: Askerlik yapmamış Yahya Kemal (veya ileride göreceğimiz
gibi ulusal sorumluluklarını yerine getirmemiş “haylaz” Necip Fazıl). Fakat bu
tutumla, kitabın Türk muhafazakârlığına karşı vaat ettiği “eleştiri”
gerçekleşmiyor. Bilâkis o kod ve ilkelerde yatan bir muhafazakârlık yeniden
üretiliyor. Bu durumda, muhafazakâr-Kemalist kod ve ilkelerde içkin bir olgunun
Türk muhafazakârlarına karşı ileri sürülmesiyle karşı karşıyayız. Bir çağdaş
siyasal ideoloji, söylem ve düşünce akımı olarak muhafazakârlığın köktenci bir
eleştirisinden ziyade muhafazakârların “hakiki” muhafazakârlığa çağrılması
durumu mu yoksa? Kitapta muhafazakârlığın radikal bir eleştirisinden ziyade,
Türk muhafazakârlığı konseptindeki figürlerin kişisel hayatlarındaki bazı
“ayrıntı”ların bir skandal edasıyla “ifşa”sına dayanan, ayrıntıcı ve ifşacı bir
tutumun hüküm sürdüğünü belirtmiştim. Bununla birlikte, yazarın okura vaat
ettiği eleştiriyi gerçekleştirememesinin bir başka nedeni ise, kitapta
harcıâlem bir biçimde kendisini gösteren “iyi”-“kötü” muhafazakârlık varsayımı:
“Türk muhafazakârlığının bugünlere ulaşan hâkim söylemi Necip Fazıl
Kısakürek’in teorisiz, geleceksiz ve elbette geçmişsiz ‘sahte muhafazakâr’
söylemini takip etmeyi yeğlemiştir” (s. 210). Muhafazakârlığın kavramsal olarak
ne olduğu sorusuna cevap verilmemiş olsa da şu bildirim açık görünüyor: “Sahte
muhafazakârlık” varsa bir de “hakiki muhafazakârlık” vardır. Necip Fazıl
tarafından temsil edilen sahte muhafazakârlığa karşı hakiki bir muhafazakârlık.
Yazarın bir çağdaş siyasal ideoloji ve düşünce akımı olarak muhafazakârlıkla
aslında bir sorunu yokmuş da, onun yolundan çıkmasından ve “sahte” bir yola
girmesinden hayıflanıyormuş gibi. Kitapta “kavram”a (muhafazakârlık) yönelik
teorik sefaletin, kavram yerine figürlerin kişiselliğine ifşacılıkla yüklenerek
ayrıntıların birbiri ardına yığılmasının nedenlerinden biri de bu. Türk
muhafazakârlığı figürleri kısmında da göreceğiz: Yazar, Türk
muhafazakârlığındaki figürlere ortalama bir muhafazakârın ahlakçılığıyla
yükleniyor. Sanki onları “hakiki” muhafazakâr olmadıkları için yargılıyor.
[21]
Anahtar Sözcükler’deki (2012) “individual”
maddesine göre, birey (in-dividual), “köken olarak bölünemez anlamına gelirdi…
Latince kök sözcük dividere’den -bölmek- türetilmiş olumsuz (in-) bir sıfat.
Individuus, Yunanca atomos’la -kesilemez, bölünemez- çevrilirdi”. Simmel,
“Özgürlük ve Birey”de (2009), bu bireyin liberalizmin lügatına girişinin temel
özelliklerinden birinin “hep özdeş kalan temel töz” ve “her zaman kendisiyle
özdeş bireysellik”in “kişiliğin temel tözü haline getirilmesi” olduğunu yazar.
Yazarın özel ve yalıtılmış bir biçimde çalışıp kendi dokuyan bir tekstilci
birey olduğu imajı, liberalizmin lügatında 20. yüzyıldaki avangard edebiyat
eleştirisi akımları tarafından en fazla eleştirilmiş olgulardan biridir.
Buradaki “kendi(lik)” ilk(s)el bir olumsuzluk içerir.
[22]
Eski Yunan siyaset felsefesinde tartışılan bir iyi yasa-kötü uygulama ikilemi
vardır. Bu siyaset felsefesi iyi yasa(ma)nın mahiyeti problemini merkeze
almışsa da, şöyle bir problem ortaya koymuştur: İyi yasa kötü bir uygulayıcının
elinde hiçbir şey ifade etmez. Ana metinde birkaç yerde işaret ettiğim usûl de
böyledir. İyi usûlün ne olduğu bellidir ama kötü uygulayıcının elinde iyi usûl
de can çekişir. Çünkü usûl salt bilgi sorunu olmanın ötesindedir. Bu nedenle
usûlün bütünüyle öğrenilebilir bir teknik olduğunu düşünmek modernlere özgü
epistemolojikleştirme sorunundan kaynaklanan yanılgılardan biri olabilir.
Örneğin, modern bakış açısı bir sosyal bilim metodolojisi dersini lisans ve
lisans üstü düzeylerde takip etmek veya buna dair kitaplar okumakla usûl
inceliklerinin kazanılabileceğini varsayar; bunu yaparken ister istemez hınç,
haset, kin ve diğer duygulardan arınmış, modern-liberal siyaset felsefecisi
Rawls’un (2017) terimleriyle “başlangıç durumu”ndaki bir özne tasavvur eder. Bu
modern yöntemin güçlü yanı geniş bir tekrar edilebilirlik ve uygulanabilirliğe
sahip olması ise zayıf yanı bu özne tasavvurudur. Modern öncesi metotlarda ise
usûl bir metafizik ve ahlâki problemin parçası veya uzantısıdır. Sosyal bilim(ci)de
sûfi ahlâkı aranmaz belki, zâten bu yüzden farklı -ve daha prosedürel- bir
kategori olarak “meslek ahlâkı” veya “ilim ahlâkı”na tabîdir ama bu tabiyet de
sosyal bilimin asgâri bir dürüstlüğü gerektirdiğini açıkça gösterir.
[23]
Janus vakasını az sonra izah
edeceğim.
[24]
Said’in bu kitaptaki tezi, “otorite” ve “tasallut”un, “yaratıcılık ve
kısıtlama” olarak, “başlangıç koşulları”nı meydana getirdiğidir. Tasallut,
burada kısıtlamayı temsil eder ve en kısa tanımıyla yazarın kaygısıdır;
otoritesinin temel olmadığına, yazdıklarının kurmaca olduğuna ve daima başka
yazarlardan sonra yazdığı için orjinalitesinin bulunmadığına yönelik bir kaygı:
“Tasallut sözcüğünüyse bu güçlerin ve çabaların tümünün yol açtığı sıkıntı ve
sorumluluğu tarif etmek için kullanıyorum. Bununla kastetmek istediğim şu:
Kendi otoritesinin ya da bir anlatıcının otoritesinin, ne kadar eksiksiz olursa
olsun, düzmece olduğunu farketmemiş hiçbir romancı yoktur.” (Said, 2009)
[25]
Peki yazarın çokça istifade ettiği kitaplar aynı kuşağa mensup bir yazar
tarafından kaleme alınmışsa? Etik soruna ek olarak işin bir de şu boyutu var: Yazar,
hınca dayalı zihinsel durumunu idare etmekte o kadar yeteneksiz ki, bu,
okuyucunun da yorum hakkının elinden alınmasına yol açmış. Yâni okuyucunun
vasatlaştırılmasıyla da karşı karşıyayız. İdeal koşullarda, yazarın kendi işini
yapması ve “entelektüel olgunluk”tan söz edilebilecek bir eserin çıkıp
çıkmadığı sorusuna keskin bir yargıyla cevap vermek yerine yargıyı okur
topluluğuna bırakması icap eder. Lâkin hınç, (yorumcunun) ilim gözünü
kapadığında Kant’tan beri modernliğin düsturlarından biri olan “yargı gücü” de
buharlaşıp gider.
[26]
Birinci, alt başlığı “Tarihçiliğimizde Usûl ve Ahlâk Meseleleri” olan kitabında
tanım sorununa neden olan kritik bir bilgi koşulundan söz eder: “Bu mevzuda
mühim bir mesele ise usûlsüzlüğün hangi noktadan itibaren ahlâksızlığa
dönüştüğüdür ki bu hususta karar vermek çok müşkül bir şeydir. Eğer bir
usûlsüzlük bilmeksizin yapılıyorsa usûlsüzlük derecesinde kalabilir, şayet
bilinerek yapılıyorsa ve bir tabiat haline gelmişse ahlâksızlık derecesine
yükselir” (Birinci, 2014). Bu konuda tanım sorunlarıyla ilgili tartışmanın
devam etmesinin nedenlerinden biri de bu ayrımı yapmanın güçlükleri olabilir.
Bu tartışmayı bir kenara bırakarak bizim için asıl önemli noktayı belirleyelim:
“Kendinden önce yapılanları ve tabiî yazılanları dikkate almak her şeyden önce
ilmin temel ihtiyacı ve mecburiyetidir. Aksi takdirde her defasında keşfedilmiş
olanı yeniden keşfetmek gibi bir garabetten kurtulmak mümkün olamaz. Bu itibarla,
bilgi birikimi için de bu bir mecburiyettir. Daha önce çıkılmış ilmî
yüksekliğin zirvesinde bulunmak isteyenlerin yapmaları gereken ilk şey ise bu
zirveye beyin terleriyle katkıda bulunanların hakkını teslim etmektir. Bu, çoğu
kere zannedildiği gibi, bir nezaket ve lütuf değil, doğrudan doğruya bir
mecburiyet ve muhakkak ifası gereken bir borçtur. Tarihte ahlâki davranışın çok
karışık ve anlaşılmaz bir tarafı da bulunmamaktadır. Burada yapılması gereken
şey gayet basit ve sâde bir davranışla başkalarının ortaya koyduğu bilgilere ve
yorumlara işaret etmek, yâni bu bilgi ve yorumları birer dipnota
kavuşturmaktır. Bu dipnotlar yapılan yeni araştırmanın bir bakıma en geniş
mânâsıyla bir kemâl ve değer hücceti sayılabilir. Dipnot dürüstlüğünden mahrum
bir araştırmanın bu mazhariyete ulaşması mümkün değildir. Bu durumda itibarın
er-geç kaybedilmesi kaçınılmaz bir kader olur.. Yâni bir bakıma ‘kısa gün kârı’
bahis mevzuu olacaktır… Tairhte usule uygunluğun ilk maddi delili olarak
dipnot, görülebilir ve ölçülebilir bir kıstastır ve aranması gereken ilk
unsurdur.” (Birinci, 2014)
[27]
Akademiden olmayan okur için şunu açıklamak faydalı olabilir: “Genç sosyal
bilimci” ile kastedilen, yaklaşık olarak 22-40 yaş arasındaki sosyal bilim
topluluğudur. Türkiye’de üniversiteden mezun olup yüksek lisansa başlama yaşı
22-25, doktorayı bitirme yaşı ise 30-40 arası olarak kabul edilirse, sosyal
bilimci olarak genç kuşağa mensup olmak, üniversiteyi yeni bitirip yüksek
lisans başlamış 20-25 yaş arası kişilerden doktorayı bitirip sosyal bilim
uzmanlığını kazanmış 30-40 yaş arası kişilere kadar uzanır.
[28]
Yazar şöyle devam ediyor: “Bunun yerine Sorbonne’da doktorasını bitirdiğinde
üniversite yönetiminin ‘dile bizden ne dilersen!’ dediğinde, üniversite
sancağında Türk bayrağını dalgalandırmalarını istediği hikâyesi öne çıkıyor.
Böylesi bir şeyin yaşandığına dair elimizde hiçbir kanıt da yok üstelik” (s.
19). Buna dair bir “kanıt” değil “tanıklık” olur oysa, bu tanıklık da
mevcuttur. Bu tanıklığı yazarın da okumuş olduğu Liberal Muhafazakârlık Karşısında Nurettin Topçu’da Mehmet Sılay’ın
Hece’nin Nurettin Topçu Özel Sayısı’nda yayınlanan yazısına referansla
belirtmiştim. Gâliba yazar, teorik kısımda göreceğimiz Necip Fazıl, Peyami Safa
ve Yahya Kemal “put”larını kırma mesaisini geçerken Topçu üzerinde de tatbik
etmeyi arzulamış, bir nedenden ötürü bunu yapamadığından (Tanpınar konusunda
olduğu gibi) bazı tacizlerle yetinmek zorunda kalmış. Fakat bu konuda da
tutarsız ifadeler kullanıyor. Bir yerde Topçu’nun muhafazakârlığından bahsediliyor
(s. 23), başka bir yerde Topçu için şöyle soruluyor: “… Blondel’in takdir
ettiği Sorbonnelu bir doktora öğrencisidir… Ancak Paris’te yapılan ve yazılan
çalışmalar biter bitmez Türkiye’deki siyaset kavgalarına, teşkilatçılığa yahut
particiliğe kapılmak ve ikişer sayfalık yazılar yazmakla yetinmek neden?” (s.
43). Bir yerde Nurettin Topçu’nun “millet mistikleri” terimi “Anadolu
mistikleri” olarak anılıyor (s. 176). Ardından Topçu’nun doktora tezinin
“Türk-muhafazakâr-milliyetçi-İslâmcı çevrelerince gurur kaynağı
yapıl(dığından), hakkında şehir efsanelerine konu edil(diğinden)” bahsediyor.
Sonra “temel bireysel haklardan sosyal haklara kadar hemen hiçbir konuda
talepkâr olmayan muhafazakârlar”ın “Nurettin Topçu’nun Millet Mistikleri diye
adlandırdığı (faşizmi tarif eden, kimi zaman açıkça faşizmi en ideal yönetim
biçimi olarak niteleyen) distopik yönetim tasarılarıyla otoriter bir yöne
çev(rildiği)” iddia ediliyor (s. 170-171). Başka bir sayfada beklenmedik bir
biçimde “Romantizmden nasiplenmiş muhafazakârlar” içinde gördüğümüz Topçu şu
şekilde anılıyor: “Onları (‘romantizmden nasiplenmiş muhafazakârları’)
muhafazakâr janr içinde ötekileştiren de bu eleştirel ve özgün düşünme
tarzlarıdır” (s. 210). Görüldüğü gibi, “faşizmi tarif eden”, “açıkça faşizmi en
ideal yönetim biçimi olarak niteleyen” Topçu, “eleştirel ve özgün düşünme”
tarzıyla geliyor okuyucunun önüne.
Aslında yazar kendi içinde tutarlı olsa, üslûp olarak etiketleyip
referanssız bir biçimde geçmek yerine Topçu hakkında entelektüel emek vermiş kişileri
muhatap alan açık, cesur ve kamuya açık bir tartışmanın içine girebilse benim
de dahil olabileceğim ilginç bir tartışma doğabilirdi. Lâkin ana metindeki
amacım farklı olduğundan, bu kadar sığ biçimde tartışmayı tercih etmediğimden,
Topçu hakkındaki iddialarının doğruluğunu tartışmaktan ziyade sadece yazarın
kendi tutarsızlıklarına dikkat çektim.
[29]
Nazan Özenç Uçak ve Hatice Gülşen Birinci’nin “Bilimsel Etik ve İntihal”
makalelerindeki “etik ihlal” tanımına başvuruyorum: “Türkiye Bilimler Akademisi
Bilim Etiği Komitesi (2002) bilimsel yayınların güvenilirliği ve bilimsel
sürecin işleyişi konusunda son 20 yılda sıkıntı ve kaygıların arttığını
belirtmektedir. Aynı komite hazırladığı raporda bunun nedenlerini bilim
insanlarının arasındaki rekabete; yayın sayısının bilimsel başarı ölçütü olarak
görülmesine ve araştırma sayısındaki artışla birlikte etik sorunların buna
paralel olarak çoğalmasına bağlamaktadır. Raporda ayrıca bilim insanlarının
sorumluluklarına da değinilmekte; gerekli mesleki standartlara sahip olmanın, araştırma süresince dürüst ve açık olmanın
yanı sıra aynı konuda araştırma yapan kişilerin katkılarını belirtmenin gereği vurgulanmaktadır.
Araştırmacıların aynı konuda daha önce yapılan araştırmaları görmezden
gelmelerinin yanı sıra aynı konuda daha
önce yapılan araştırmaları görmezden gelmelerinin yanı sıra pek çok etik ihlal söz konusudur” (Uçak&Birinci,
2008) (abç). Kitabın içinde romantizmin Şerif Mardin tarafından modern
Türkiye’de siyasi düşünce analizinde bir analitik araç olarak önerildiği
itirafı satır aralarında bulunabilir: “Profesör Şerif Mardin, Nâmık Kemal’in
özellikle Rousseau’dan aldığı ilhamla hem seküler hem de dinsel kaynaklarla
şeriatı yeniden yorumlama çabalarını inceler. Bkz. Şerif Mardin, Yeni Osmanlı
Düşüncesinin Doğuşu….” (s. 85) “… Tanzimat’ın ‘raison’unu eleştirecek olan
Kemal gibi Yeni Osmanlılar da, Şerif Mardin’in ifadesiyle, bir başka heyecan
ideolojisinden; romantizmden yararlanacaktır” (s. 95). Karşı-aydınlanma
romantizmde cisimleşiyorsa, romantizmi ilgili bağlamda daha 1960’ların
başındaki çalışmasında Mardin kullanmışsa, Türkiye’de bu konuda yapılmış tek
çalışmanın kendisine ait olduğunu iddia etmenin, bunun ardından aynı çalışmada
bilinçsizce bunun aksini itiraf etmenin gülünç ya da hazin bir durum mu olduğuna
vasatlaştırılmaya direnebilmiş okur kendisi karar versin. Akademik usûl ve
etiğin gereği, Mardin’in bunu daha önce ele aldığını açık ve dürüst bir biçimde
belirtmek, ardından bu yoruma karşı değerlendirmelerini dile getirip kendi
yapacağın katkının sosyal bilimsel anlamda yeniliğini ikna edici bir biçimde
açıklamaktır.
[30]
“Ne yazık”! Oğuz Atay ironisi geliyor akla: Bunu yapmamalıydın canım ülkem, şu
kadar yüzyıllık tarihinle şu nüfusa ulaştın ama yine önemli bir şeyin “yok”muş,
hiç yakışıyor mu! Varsa da yok edilmeli anlayışıyla varolanı yok gibi göster,
ardından maktûlün karşısında riyakâr bir katil gibi timsah gözyaşı dök: “Ne
yazık.” Yazarın “kapsama alanı” çok kişiye kapalıymış söylediğine göre ama
anlaşılan o ki bir “yok”çuluk edebiyatına açık. Yokçuluk edebiyatı...
“Türkiye'de düşünce yok”, “felsefe yok”, “roman yok”... Hattâ Koçak'ın büyük
organik aydın Haşmet Babaoğlu'dan aktarıp muhtemelen sevimli biçimde kıs kıs
güldüğü “Türk futbolunda ön direğe orta yok!” Bu edebiyatı en son yapan kişinin
Türkiye'de şiir yok derken Turgut Uyar ve İsmet Özel'i, roman yok derken
Tanpınar, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay'ı hiç okumadığı, sinema yok derken Nuri
Bilge Ceylan, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz sinemasını hiç bilmediğini itiraf
etmesine hayretler içinde tanıklık etmiştim. Açıklanması çok zor değildi oysa,
bu edebiyat basitçe iktidar getirir. Ele aldığımız kitaptaki bu “yokluk
edebiyatı”nı “Aydınlanma eksikliği” yargılarıyla bir arada düşündüğünde, Hasan
Ünal Nalbantoğlu, Orhan Koçak, Nurdan Gürbilek ve diğer öncü düşünürlerin daha
1990’larda yaptığı eleştirel tartışmayı hatırlamadan edemiyor insan. Koçak,
atıf yaptığım söyleşide şöyle diyordu: “Nurdan Gürbilek, doğrudan Şerif Mardin
Hoca’nın o yazısına gönderme yaparak, ‘bizde şu yok, bizde bu yok’ mantığının
kendisinin kurcalanması gerektiğini söylüyor Mesele dergisindeki söyleşisinde. Bu mantığın karikatürize
örnekleri de var. Spor yazarı Haşmet Babaoğlu mesela, çıkıyor televizyona,
‘Bizde ön direğe orta yok abi’ diyor (Gülüşmeler).” (Koçak vd., 2008).
[31]
Birinci safa koyduğu -dolayısıyla yakından takip ettiğini varsaymamız icap
eden- Bora'nın bu kitabın yayınlanmasını takip eden yıl (2008) Birikim'de (228) Löwy&Sayre'nin İsyan ve Melankoli kitabıyla Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı'da
romantizm ve romantik anti-kapitalizmi uzunca tartışmak için kaleme aldığı
“Romantik-Anti Kapitalizme İhtiyacımız Yok mu?” makalesini de okumuş olmalı. O
halde ne oldu 1. saftaki zinde kuvvet Bora'ya şimdi? Yapısökümcü bir zekâya
dahi ihtiyaç yok buradaki hesabı çözümlemek için. Bora’nın çalışması da -bu
bağlamda- yok sayılıyor, yaşatılsa Anadolu
Sosyalizmine Bir Katkı'nın yaşamasına da izin verilmiş olacak, çünkü Bora'nın
yazısı bu kitap hakkında.
[32]
Muhafazakârlığın İki Yüzü’nün
muhafazakârlık ve Türk muhafazakârlığının iki
yüzlü Janus metaforuyla anlaşılması için bir teorik analiz geliştirdiğini,
bu açıklama çabasının da kitabın arka kapak yazısından, başlığına, epigrafına,
giriş bölümüne, son makalesine kadar sürdürüldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu teorik analiz Türk muhafazakârlığı literatürüne yapılmış özgün katkılardan
biriydi. Başka bir deyişle, yazarın da bildiği üzere, Türkçe telif eserler
kategorisinde söz konusu metaforu şıklık olsun diye değil yoğun bir teorik
açıklama cehdiyle işlemselleştiren, muhafazakârlığı açıklamak için onun iki
yüzünü de birbirinden yalıtmadan diyalektik bir biçimde ilişkilendirerek ele
alınmasını öneren kitap Muhafazakârlığın
İki Yüzü. Öyle ki, İkinci Baskıya Önsöz'de, kitabın ilk yayınlanmasından o
tarihe kadar geçen 5 yılın ardından muhasebesini yaparken muhafazakâr Janusun anlaşılamamasından onun farklı yüzlerini
birbirinden yalıtarak ele alan kültürelci metodolojinin sorumlu olduğunu ileri
sürüyorum. Bu konuda son çıkan Tekno-Muhafazakârlığın
Eleştirisi ise “sistemli bir çalışma”nın sonucu olarak, önceki kitapta Janus
figürü açıklamasıyla başlayan kültürelciliğin eleştirisini derinleştirmekten
başka bir iş yapmıyor bu açıdan bakıldığında. Ayrıca ele aldığımız kitapta
tekno-muhafazakârlık bahsi açısından da ilgi çekici bir durum var. Yazarlar
benzer toplumsal-siyasal gerçekliklere bakarak farklı terimler
geliştirebilirler. Eğer açıklamaya zenginlik katıyorsa gerçekliğin kavranması
ve var olanın eleştirisi açısından olumlu bir gelişme sayılır bu. Ancak yazarın
“yeni muhafazakârlık” ve “ana-akım muhafazakârlık” olarak adlandırmayı tercih
ettiği terim, biçim, içerik ve parametreleri açısından “tekno-muhafazakârlık”
analizini fazlasıyla hatırlatıyor. Özellikle tekno-muhafazakârlık analizine
kopmaz bir biçimde bağlı (göndermeler) olan Manifesto,
“kutsal olan her şeyin lanetlenmesi”, meta fetişizmi gibi parametrelerle
muhafazakârlığın değerler savunucusu olmaktan ziyade değerlerin alaşağı
edilmesinin yürütücüsü haline geldiği tezi ve diğerleri bakımından
düşünüldüğünde… Tekno-muhafazakârlık analizinin bu vazgeçilmez öğeleri konu
üzerinde “sistemli” bir çalışmanın neticesi olarak ortaya atıldılar. Türkiye’de Liberal Muhafazakârlık ve Nurettin Topçu’da (2008) ilk kez beliren
ve Muhafazakârlığın İki Yüzü’nde
(2009) geliştirilen kültürelcilik eleştirisinin ulaştığı nokta bu.
Tekno-muhafazakârlık analizi kültürelciliğin eleştirisi olmaksızın
gerçekleştirilemez. Aynı zamanda, tekno-muhafazakârlık
terimi, muhafazakârlığın iki yüzünün bulunduğu, buna karşılık kültürelciliğin
salt bir yüzüne odaklandığını gösterme amacı bağlamında, muhafazakârlığın iki
yüzünden çok az görülen bir yüzünü açıklama niyetinin ürünüdür. Dolayısıyla
yazarın âdeta bir alışkanlığa dönüştürerek usûl ve etik ihlaliyle miri malı
gibi kullandığı “iki yüz”lü “Janus”
figürü olarak muhafazakârlıkla doğrudan ilgilidir. Biçim ve parametrelerin
ardından içerik açısından bakalım. Yazar “yeni-muhafazakârlık” derken,
anlaşılan o ki, “tekno-muhafazakârlık”takine benzer biçimde eski-yeni
muhafazakârlık mukayesesine ihtiyaç duymuş. Gelgelelim yeni-muhafazakârlığın
içerik olarak izahatı tekno-muhafazakârlıkla neredeyse aynı. Kitaptaki tek
bütünleşik teorik açıklama olan 5 sayfalık “Son Tahlil: Muhafazakârlığın On
İlkesi ve Bugün” başlığı altında, anlaşılabileceği gibi, bir eski-yeni
muhafazakârlık karşılaştırması yapılıyor. Öncelikle ilginç bir biçimde, Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi’nde (2016:
221-224) aynı durumu izah etmek için kullanılan Russell Kirk’e başvuruluyor.
Diyelim ki referans aynı ama farklı sonuçlar çıkabilir. Hayır. Burada aslında
pek de incelikli olmayan bir yordamla içeriğin de aynı biçimde kurulduğuna
hayretlerle tanıklık ediyoruz. Diğer bir deyişle, yazar çok açıklayıcı
bulduğunu bildiğimiz “tekno-muhafazakârlık” analizindeki stratejik dipnotlardan
birini alıyor, o kaynakta verili olmayan bir tekno-muhafazakârlık açıklaması
geliştiriyor ama bunu terime (tekno-muhafazakârlık) atıf yapmadan
gerçekleştiriyor. Eski muhafazakârların süreklilik araçlığıyla “değerler”in
muhafazası fikrinin yenilerde kaybolması sorunu, bir galat-ı meşhura göre
değerleri koruyan muhafazakârlığın aslında onları tahrip ettiği tezi, eski ve
yeni muhafazakârlık farklılığının “ihtiyat” ve “hız” açıklanması (s. 212-213)
ve diğerleri “tekno-muhafazakârlığın eleştirisi” bağlamının bire bir ürünleri
olmasına rağmen yazarın “kendi sesi” olarak gösterilmişler. Burada bir an durup
“Klasik Muhafazakârlıktan Tekno-Muhafazakârlığa” makalesine dönelim. İlk kez bu
literatürü takip eden her okuyucunun kitaplığında büyük ihtimalle bulunan Doğu Batı’nın Türk Muhafazakârlığının
Eleştirisi özel sayısında (2011) yer alan ve sonradan kitaba alınan (2012) bu
makalede, eski muhafazakârlıktan yeni ve tekno-muhafazakârlık olarak
tanımlanabilecek bir evreye geçtiğimizi ileri sürerken temel aldığım işaretler
(“tekno-muhafazakârlık alâmetleri”) ihtiyat ve yavaşlığın tekno-muhafazakâr
lügattan çıkması, bunların yerini icraatçı “fütursuzluk”/ihtiyatsızlık, hız ve
gizemsizleştirmenin almasıydı (Mollaer, 2012: 21-23). Başka bir anlatımla,
tekno-muhafazakârlık analizime göre, klasik (veya eski) muhafazakârlık ve
tekno-muhafazakârlığı birbirinden ayıran en önemli unsur, ihtiyat ve hızdır. Bu
çözümleme, benden sonra yazarın da yöneldiği Russell Kirk’ün muhafazakârlık
çalışmasında mevcut değildir veya hazır bulunmaz, tekno-muhafazakârlık olgusunu
izah etmek üzere yorumlanmaya ihtiyaç duyar. Bu yorum da “Klasik
Muhafazakârlıkta Tekno-Muhafazakârlığa”dan (2011) Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi’ne (2016) kadar geliştirdiğim
çözümlemelerin bir parçasıdır.
[33]
Yazar Tanpınar’ın eserine yalnızca bir yerde, “medeniyete akılla varılacağını
söyleyen Şinasi” bağlamında atıf yapmış. Şinasi’nin medeniyete akılla
varılacağı beyanı herhalde yukarıda aktarılan cümleden daha az özgünlük
taşıyor.
[34]
Yazar Anderson’ın “hayali cemaatler”ine atıfla bir soru soruyor: “Ya medeniyet
ve kıta anlayışlarımız da böylesi bir hayale dayalı icatlarsa?” (s. 38). Üslûp
da bir keşif üslûbu: “Ya… öyleyse”, ‘öyleyse şimdiye dek bildiklerimizin hepsi
değişebilir, şu an bir paradigma değişimine tanıklık ediyor olabilirsiniz.’
Okur, Anderson “ulus”u “hayali cemaat” olarak tanımlamışken, şimdi de yazarın
Batı ve Doğu “medeniyet”lerini böyle ele alacağına inandırılıyor. Oysa eğer bir
keşiften söz edilecekse 39 sene önce Said’in Orientalism’inde (1978) zâten yapılmıştı: “Fransız filozof Gaston
Bachelard, uzamın poetikası dediği şeyi çözümlemişti… Yâni uzam, bir tür
şiirsel süreçle, duygusal, hatta ussal bir anlam kazanır… (zaman ve mekân)
yapılmış uydurulmuştur… imgesel, yarı-kurmaca niteliği… imgesel coğrafya ile
tarih…” (Said, 2004). Said, bu çözümlemeyi Şarkiyatçı söylemin başlıca özelliği
olan “Doğu ve Batı arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrım”ı sorgulamak
üzere geliştirir. Zira Doğu ve Batı’nın “hayali coğrafyalar” (veya
“medeniyetler”) olduğu gösterilebilirse, bunların kolektif muhayyilenin
tarihsel oyunları olduğu anlaşılabilecek ve Şarkiyatçı söylemin değişmeyen
tözler metafiziği alt edilebilecektir. Yazar, kitabın birçok yerinde
Şarkiyatçılık ve Said terimlerine başvurmasına rağmen, demek ki literatürün bu
kısmından habersiz veya aynı ilkeyi yaklaşık 40 sene önce keşfedilmesine rağmen
Anderson’dan hareketle yeniden keşfetme ve okuru Said’i tartışmayarak
vasatlaştırma çalışmalarını sürdürüyor. Kitabın bir yerinde bir eksiklik gibi
ifade edilen “Edward Said’in edebiyat tarihine sıkışan değerlendirmeleri” (s.
45-46) Said literatürünün bilindiği konusunda da kuşku uyandırıyor. Ayrıca
Anderson’ın “hayali cemaat”ine kullanışlı bir analitik araç olarak
başvurulduktan sonra başka bir sayfada bu kez aynı Anderson postmodern bir
komplonun yöneticisi gibi takdim ediliyor: “… Post-modern müdahalenin
üslerinden biri olan London School of Economics’ten milliyetçiliği hayali bir
ürün olarak gösteren Benedict Anderson, literatürü yönetmiştir” (s. 188-189).
Hangi müdahale ve hangi literatür? Anlaşılan o ki, kendi deyişiyle, bizi “dine,
ekonomiye, siyasete başkaldıran ve modernliğin değerlerini aşındıran bir söylem
bütünü ile postmodern bir dünyada yaşadığımıza inandır(an)”, “ideal, mükemmel
ve nesnel bir bilim dili”nin ortadan kalkmasının müsebbibi olan, “yıkılanın
yerine ‘hayali’, ‘inşa edilmiş’, ‘icat edilmiş’, ‘araçsallaştırılmış’
‘kurgusal’ bir bilim konduğunu söyl(eyen) ve bunun ne denli öznel olduğunu
teyit e(ttiğimiz)” literatür (s. 188-189). Yazar, bu sayfada Anderson’ın
“yönettiği” “postmodern müdahale”yi Hobsbawm ve Ranger’ın müdahalesiyle (“icat
edilmiş, kurgusal bir arkaplan ve soy-kütüğü anlatımı konusunda”), ardından da
bütün bunları Nietzsche ve Foucault’yla birleştiriyor. (55., 56. ve 78.
sayfalarda Türk düşünce dünyasının vahim sorunlarını yargılayan, “Yeni Osmanlı
Cemiyeti üyelerine hâkim olan o anlamamışlık hâli”, Osmanlı-Türk
modernleşmesinin “büyük bir ‘Aydınlanma eksikliği’ ile sakat kaldığı”,
“herhangi bir bilindik Avrupalı entelektüelin fikri soy-kütüğünü bilebilen bir
avuç insan belki vardır belki yoktur, dahası aforizmalarından çokça
yararlanılan Nietzsche’nin ismini düzgün yazabimek bile bir sorundur” ifadeleri
gösteriyor ki, çağdaş sosyal teoride Bourdieu’dan diğerlerine altı çizilen (öz)
düşünümsellik sadece şık bir tutum değil, sosyal-siyasal bilim yorumcuları için
son derecede kritik önem taşıyan temel bir ilke. Bu mühim ilkeden asgari bir pay
alınmış olsaydı, Türk düşünce dünyasının sorunları için ileri sürülen
durumların aslında tam da bu kitap açısından geçerli olduğunun farkına
varılabilirdi). Hatırlayacağımız gibi analitik zayıflık oluşturan bir tutkaldan
sözetmiştik. Bu tutkal birbirinden farklı fenomenleri serbest bir hezeyanla
yapıştırmaya devam ediyor. Anderson ve Hobsbawm’ın “öznel” olanın teyit
edilmesiyle, post-modern müdahaleyle, radikal postmodern teorinin diğer
unsurlarıyla ne ilgisi var? gibi soruların üzerinde minimum bir entelektüel
emekle düşünecek vakit veya maharet yok, bell ki acelemiz var. Bu aceleden
ötürü “Edward Said’in edebiyat tarihine sıkışan değerlendirmeleri” (s. 46),
“Mevlevi akademisyen Abdülbaki Gölpınarlı” (s. 156) ve bunun gibi pek çok
ifadenin üzerinde düşünülecek vakit de bulunamamış anlaşılan. Bu vakti yazarın
çok acelesi varsa editör bulabilir, bir fren vazifesi görebilirdi;
“sakat”lıktan kurtaracak bir editör yazar için paha biçilmez nimettir. Fakat
hem yazar hem de editör olununca bu imkân da elden kaçmış. Demek ki, “hem savcı
hem hâkim” deyişinin zihinsel düzeydeki bir örneğiyle karşı karşıyayız.
[35]
Ayrıca, kitapta Nietzsche, Fethi Açıkel, Nurdan Gürbilek, İlber Ortaylı (?),
Cemil Meriç gibi isimlerle özdeşleşmiş deyiş ve metaforların da yazarın kendi
buluşu (“sesi”) gibi serbestçe yankılanmasına izin verilmiş. 13. sayfada
Açıkel’in “Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi” makalesinin epigrafı olan
“mazlumluk söylemi güç istemidir” tırnak içine alınmadan kullanılmış. 153.
sayfada yine Açıkel’in Necip Fazıl okumasındaki özgün bir teorik çerçevenin
terimi olan “kutsal mazlum” bu kez sadece tırnak içine alınmış ama Açıkel’e
hiçbir referans yapılmaksızın. Bu literatürde çalışanların çok iyi bildiği,
özgün bir terim usûle aykırı bir biçimde işe koşulmuş. 153. sayfada “kutsal
mazlum”un yanı başındaki “mağrur öfke” de benzer bir biçimde referanssız
kullanılmış. 64. sayfada Thierry Hentch’in Hayali
Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı kitabındaki tezi olan
“hayali Doğu”yu yazar kendisininmiş gibi yazmış. 17. sayfadaki “İstanbul’a 21.
yüzyılda dahi hâlâ doğru dürüst yerleşememiş Türkler” kalıbı sanıyorum İlber
Ortaylı’ya ait ama yazar kendisine mâletmiş. 57. sayfada “Kartaca’nın
tarihi(nin) Roma’dan öğrenilme”sini Cemil Meriç okuyucuları tanır; “Kartaca’nın
tarihini Roma’dan dinlemek” kalıbını kullanır Meriç. 95. sayfada literatürde
İsmail Kara’nın güçlü bir biçimde vurguladığı modernleşme sürecinde kavramların
dinîleştirilmesi veya dini kavramların modernleştirilmesi kalıbı da yazarın
buluşu gibi yankılanıyor vesaire…
[36]
Yazarın “faşist” olduğunu düşündüğü (s. 170-171) Topçu’nun kitabın başka bir
yerinde birdenbire “eleştirel ve özgün düşünme tarzı”yla (s. 209-210) boy
göstermesi gibi bir tutarsızlıktan Tanpınar da nasibini alıyor: “(E)serlerinde
eklektik, hatta birbiriyle tamamen çelişen, üstünkörü yazılmış gibi duran
metinler üretmiş” olan Tanpınar (s. 23-24) karşımıza birden “edebi dehasıyla
‘büyükler klübü’ne kabul edilmeye yakın” olan Tanpınar (s. 47), “Yahya Kemal’e
giden yolu hep açık tutan ve onun baştacı edilmesinde başlıca rol oynayan” (ve
böylelikle Yahya Kemal’le ilgili kısımda ele alınca anlaşılabileceği gibi,
yazarı kızdıran) Tanpınar (s. 121), “Yahya Kemal’i beğenmeme konusunda” Necip
Fazıl’la “hemfikir” olan Tanpınar (s. 24), muhafazakârların Yahya Kemal
mitolojisini üretimine başlıca katkıyı verdiği ima edilen Tanpınar (s. 109)
olarak çıkıyor. (“Yahya Kemal’i beğenmeme” gibi ifadelerden Tanpınar hakkındaki
bilgi düzeyini çıkarmak da mümkün.) Ayrıca Topçu ve Tanpınar’ın birlikte ele
alındığı sayfada (s. 170-171), yazar Topçu’nun “faşistliği” yargısının altına
bir dipnot iliştirmiş. Bu dipnotta Tanpınar’ın “sanat ve toplum anlayışı”nın
Topçu’nunki gibi “faşist yönelimlere aykırı düştüğü”nü belirtirken Edebiyat Üzerine Makaleler’deki “Romana
ve Romancıya Dair” makalesindeki “ferdi inkâr” ifadesini kullanıyor. Oysa
Tanpınar bu makalesinde “ferdi inkâr”dan söz ederken modern öncesi dönemin
sanat anlayışını kasteder. Tanpınar’ın Edebiyat
Üzerine Makaleler’i anti-faşist cephede nasıl yer alabilir? Yazar böyle
istemişse neden olmasın? Yazarın hiçbir çözümleme içermeksizin Topçu
düşüncesine yönelik bildirdiği yargılar kitabın bir sayfasında Tanpınar’dan
destek alarak tekrarlanmış: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanat ve toplum anlayışı
nedeniyle bu (faşist) yönelimlere aykırı düştüğünü belirtelim. Tanpınar ‘ferdi
inkâr eden ve hayata gözünü yuman telakki’lerden olgunlaşmamışlıkları,
modernleşmeyi anlayamamışlıkları çerçevesinde söz eder. Bkz. ‘Romana ve
Romancıya Dair’, Edebiyat Üzerine Makaleler…” (s. 171). “Bakınız” her durumda
okur baksın diye denmez. Biz yine de bakalım: Tanpınar önemli bir
karşılaştırmalı edebiyat ve edebiyat sosyolojisi çalışması olan bu eserinde
Şark ve Garp’ın dünya görüşlerini bir edebi form (roman) açısından mukayese
eder. Edebiyat Üzerine Makaleler’den
alıntılanan kısımdan önce -faşist rejimlerden değil- “eski sanat”tan
bahsediyor: “Eski sanata istikametini veren şiirdir. Nesir, şiiri uzaktan ve
adım adım takip eder. İnsan ve cemiyet değişmediği için felsefe ve dünya görüşü
değişmez. Bütün hadler ve kıymetler olduğu yerde kalır. Binaenaleyh bir ehram
durgunluğu içinde uzak ve yakın maziye dönüşlerle -yani umumî telâkkilerin
içinde gidip gelen cezir ve medlerle- ve bazen teknik ilerleyişlerle hep aynı
şey devam eder. Ferdi inkâr eden ve hayata göz yuman bir telâkki elbette ki,
insanın etrafında dönen bir sanat geleneğini tek başına kuramazdı. Türk
hikâyesinin değişebilmesi için ferdin kıymetlenmesi lazımdı. Modern roman
ferdin üzerinde döner. Eski ise hayat ve kader karşısında ferdin hürriyetini
değil, mevcudiyetini bile kabul etmez…” (Tanpınar, 1992). Daha açık bir
deyişle, yazar, Tanpınar’ın “eski sanat”ın zihniyet dünyası için ileri sürdüğü
bir niteliği (liberal bireycilik öncesi bir durumu) Topçu’nun “Millet
Mistikleri diye adlandırdığı (faşizmi tarif eden…) distopik yönetim
tasarıları”na “aykırı” bir “toplum anlayışı” olarak kullanıyor. Ya Tanpınar’ın
kitabını tam olarak okumamış ya okumuş da anlamamış ya da anladığı halde
“faşist” özellikleriyle dikkat çektiğini düşündüğü bir “muhafazakâr” figüre
yüklenmek üzere bağlamı çarpıtmış. Bu durumda Uçak ve Birinci’nin “Bilimsel
Etik ve İntihal” makalelerinde “çarpıtma” veya “saptırma” olarak belirttikleri
“etik ihlal” sorunu söz konusu demektir.
[37]
Kaynak belirtilmediği için okurun söyleşiye kendisinin yönelip daha fazla bilgi
edinmesi ve yazarı denetlemesi mümkün değil. Oysa bir akademik çalışmanın
asgari koşullarındandır bu. Bununla birlikte, yaptığım kısa bir araştırma
sonucunda, söz konusu söyleşinin internetteki ünlü arama motoruna “Sadi Irmak” yazıldığında
kullanıcının karşısına çıkan ilk veri olduğunu gördüm. Bu muhtemelen akademik
bir özensizlikten kaynaklanıyor. Buna ek olarak, nesnenin siyasal aciliyetler
uyarınca eğilip bükülmesiyle ilgili başka bir durum da söz konusu: Kitabın
araştırma nesnesine yaklaşımını belirleyecek kadar önem arz eden, fakat
yararlanılmasına rağmen atıf yapılmayan araştırmalar var. Akademik sorunlara
yol açan bir özensizlik, kitabın çeşitli sayfalarında hiçbir referansa
dayanmaksızın sunulan istatistikî bilgilerde de görülüyor. Örneğin: “Türkiye
dünya çapında yapılan araştırmaların birçoğunca teyit edildiği üzere,
yeryüzünün kendini en ‘muhafazakâr’ olarak tanımlayan toplumlarından biri” (s.
15). “Türkiye dünyada kişi başına en çok televizyon izleyen, en çok anti-depresan
kullanan, yaşam kalitesi indekslerinde… çok gerilerde kalmış bir ülke” (s. 16).
“Bizatihi devletin istatistiklerine göre, AK Parti iktidarında uyuşturucu
kullanım oranları, intihar sayıları ve alkolizm gibi sorunlarda muazzam patlama
söz konusu… on yılda zararlı alışkanlıklarda % 400’ler civarında bir artış” (s.
16). “Güncel anket odaklı araştırmalara göre, toplumun %89’u kendini dindar
sayarken, hukukun üstünlüğüne inanç % 0, 05-0, 1 aralığında seyretmekte; % 4, 9
olan bireyler arası güven duygusu Türkiye’yi dünya sıralamasında 120. sıraya
yerleştirmekte” (s. 15). Bu tür sosyolojik araştırmaların sonuçları bir siyaset
bilimi çalışmasında usûllere uygun olarak elbette kullanılabilir. Bununla
birlikte, veriler, referanssız olması bir yana, nesnenin siyasal aciliyetleri
gereğince ideolojik bir yatırım yapmak üzere, araştırmaların nitelikleri
sorgulanmadan kullanılırsa, sosyolojinin siyasete indirgenmesine yol açarak
düzeylerin indirgenmesi sorununu burada olduğu gibi yeniden üretir. Bu,
çalışmanın içeriğini ilgilendiren metodolojik bir sorun fakat aynı zamanda bir
akademik sorunla da iç içe geçiyor.
[38]
Daha önce ilginç bir biçimde hakiki-sahte, iyi-kötü muhafazakârlık
kategorilerinin de elde tutulduğunu söylemiştim. O halde, bu aynı zamanda
Cumhuriyet’in paternalist ilkeleriyle muhafazakârlığın paternalist kodlarını
birleştiren cumhuriyetçi-muhafazakâr erdem anlayışına sahip bir topluluk
olmalı. Bu nedenle, muhafazakârlar hakiki muhafazakâr olmaya çağrılırken
Kemalizm’den de destek alınıyor; “sahte” muhafazakârlık tehlikesi yükseldikçe
Kemalistler onları yargılayan ölçütlerin başlıca kaynağı haline geliyor.
[39]
Böyle derinlikli bir çözümleme, Öğün’ün daha önce atıf yaptığım makalesinde
bulunabilir: “Cumhuriyetçi erdem, paternalizmden hareketle soyut akılcılığın
geliştirdiği sivil yurttaş erdemlerine yönelmektedir. Buna göre yurttaşların
görev ve yükümlülükleri, devlete sadakatle bağlanmak ve ona hizmet etmektir.
Artık ilişkiler tamamen politik bir içerik kazanmaya başlamıştır… Devletin
büyüyen kamusal gücü yurttaşların üzerinde ağır bir baskı kurmaya adaydır. Tam
da bu noktada muhafazakârlığın meşrulaştırım ve yeniden üretim olarak tezahür
eden itirazları baş gösterir. Muhafazakârların nazarında, kamusal hayat,
politik değil, kültürel bir anlama sahiptir… Ne var ki, muhafazakârlar politik
eylem ile kültürel endişeleri arasındaki bu gerilimi uzatmak yanlısı da
değildir… Muhafazakârlık tam tersine bu iki küre arasındaki tansiyonu düşürmeye
çalışır. Bu diplomatik yaklaşım, muhafazakârlığın içine politik erki de alan paternalist
kültür kodlarıyla tutarlıdır.” (Öğün, 1997)
[40]
Belgecilik yerini yoruma bıraktığında vahim sonuçlar da doğabiliyor. Sözgelimi
yazar bir dipnotta şöyle yazıyor: “Derginin
özellikle ilk on iki sayısında Proust ve Bergson’un isimleri öylesine ön plandadır
ki, okurlar bu iki ismi modern zamanların en büyük, en önemli iki yazı insanı
zannedebilir” (s. 141). Yazar,
yirminci yüzyılın ilk yarısının en önemli edebiyatçı ve filozofları arasında
yer alan Proust ve Bergson hakkında okurları bir zanna kapılmamaları konusunda
uyarıyor gâliba. Aynı dönemde entelektüel faaliyet gösteren Benjamin’in
çalışmalarına bakılırsa, okurlar aynı isimlerin aynı şekilde “ön planda” olduğu
kanaatine varabilir oysa. Çünkü bu iki isim, yâni Proust ve Bergson, yirminci
yüzyılın ilk yarısındaki modernist akımla felsefenin birçok disiplinine
damgasını vurmuştur.
[41]
Yazarın kendisini ayırdığı “ikinci saf”taki Mustafa Armağan’ın Derin Tarih’iyle aslında aynı problematik
düzeyde bulunduğunu ima ediyorum. Derin
Tarih dergisinin kapağını burada not düşelim. “Latife Hanım’ın 91 Yıldır
Gizlenen Mektubu” kapağıyla çıkan derginin Mayıs 2017 sayısının manşeti
şöyleydi: “Kemal Paşa Çakma Napolyon’dur.” Ayrıca muhafazakâr-İslâmcı çiğ
kişileştirmedeki bayrak yarışı, Nurcuların Okuyucular kolundan olduğu söylenen
terbiyeden yoksun bir yobaz tarafından da sürdürüldü. Diken’in “Atatürk için ‘38’de geberen piç’ diyen Nurcu hoca: Annesi
genelevde çalışıyordu” başlığıyla haber yaptığı bu durumda kişileştirme en
aşırı (belki de mantıksal) sonuçlarına varır (Diken, 9 Mayıs 2017). Bu bağlamda, Derin Tarih dergisi yayın yönetmeninin ele aldığımız kitabın yazarı
tarafından “2. saf”ta belirlenmiş olmasını yeniden hatırlayalım. Ortaya çıkan
tutarsızlık; yöntemsizlik, kavramsızlık ve teorisizlikle ilgili; özellikle de
daha önce entelektüel gelenek sorunu bağlamında tartıştığım, rasyonel olarak
açıklanmamış “saf”ların zorunlu sonuçlarından biri. Eğer yöntem ve kavram
açıkça izah edilebilmiş olsaydı, yazar hazzetmediği anlaşılan (fakat bunun nedenlerini
teorik olarak bilemediğimiz, sadece okuyucunun zâten anlaması gerektiği
düşünülen) Armağan’la söz konusu bağlamda yöntemsel ve söylemsel açıdan aynı
safta yer aldığını anlayabilirdi. Sanırım, bu örnek; yöntem, kavram ve teori
açısından rasyonel, tutarlı ve açık bir çerçeveden hareket etmenin Türk
muhafazakârlığı çalışmaları açısından taşıdığı değere yönelik belirlememizin
bir sağlaması olarak görülebilir. Bu değer teslim edilmediğinde ortaya
Türkiye’deki kör dövüşünü, egemen olarak var olan siyasi yapılanmanın
ikiliklerini yeniden üreten bir noktaya varılması kaçınılmaz: Çakma Yahya Kemal
versus (?) çakma Mustafa Kemal veya “batakhanelerdeki Yahya Kemal” versus
“genelevdeki…” Muhafazakârlar; sosyalistler, Marksistler ve liberal sola borçlu
oldukları teorik Kemalizm analizlerini siyaseten muktedir olduklarından bir
kenara bırakıp o eski çiğ kişisellik veya karizma etmeniyle ideolojik
hayatlarını sürdürebilirler. Peki ya muhalefet? Muhalefetin misyonu, teorik
açıklamaları göz ardı ederek muhafazakârlara benzemek mi? Üzerinde düşünülmesi
elzem bir memleket meselesi…
[42]
Yazarın “sahte muhafazakâr”lığı (bir hakiki muhafazakârlık da olduğu imasıyla)
tespit ettiği bir noktayı hatırlayalım: “Türk muhafazakârlığının bugünlere
ulaşan söylemi Necip Fazıl Kısakürek’in teorisiz, geleceksiz ve elbette
geçmişsiz ‘sahte muhafazakâr’ söylemini takip etmeyi yeğlemiştir. Bunun ne
büyük bir talihsizlik olduğunu, Türk muhafazakârlığında bir sorun olarak Necip
Fazıl’ı ve onun manipülatif, yozlaştırıcı etkilerini anlatabilmek isterdim!”
(s. 210). Bu pasaja iki dipnot verilmiş: “Türk muhafazakârlığının zihinsel
anlamda ‘uyuşturucu satıcısı’ olarak Necip Fazıl’ın Türk Sağındaki köreltici
etkisine dikkatle eğilmek gerekmektedir. Özellikle bkz. Necip Fazıl, İdeolocya
Örgüsü… Necip Fazıl, Yahudilik-Masonluk-Dönmelik… ve Necip Fazıl, Sahte
Kahramanlar…” (s. 210). “Bir sorun olarak Necip Fazıl” ifadesinden sonra
yerleştirilmiş diğer dipnotta ise şöyle yazıyor: “Bu konuda küçük bir değini
olarak Prof. Nuray Mert’in yazısına bakılabilir: ‘Necip Fazıl’ı Anlamak
Türkiye’yi Anlamaktır’, Diken, 7 Kasım 2014. (çevrimiçi) http://www.diken.com.tr…” Buradaki sorun,
bir internet gazetesine atıf yapılıyor olması değil. Sadi Irmak ve Yahya
Kemal’in Kavaklıdere şarapları gibi bir çok konuda internetteki arama
motorlarında ilk sayfada ekrana gelen bilgiler atıf yapılmaksızın
gösterilmişken, bu atıf akademik usûl açısından bir ilerleme olarak bile
görülebilir. Asıl sorun, üst üste gelen iki dipnot peşi sıra okunduğunda
gerçekleşen akademik kayıp ve okuyucunun vasatlaştırılması. Örneğin, ilk
dipnotta “dikkatle eğilmek gerekmektedir” denildikten sonra, muhtemelen
okuyucunun çok bâkir bir alandan söz edildiğini ve bu konuda daha önce hiçbir
eserin verilmediğini düşüneceği bir yönlendirmeyle, bunu ilk kez kendi keşfetmişçesine Necip
Fazıl’ın orijinal üç eserine atıf yapılıyor. İkinci dipnotta ise, okuyucu,
Nuray Mert’in bu konudaki kısa internet gazetesi yazısına “bu konuda küçük bir
değini olarak” diye yönlendiriliyor. Böylece hem academically correct hareket imajı yaratılıyor hem de literatürü
çok iyi tanımayan bir okuyucu “kısa bir değini”nin dışında alanın bakir
olduğuna iyice ikna ediliyor. Bunun akademik bir usûlsüzlük ve etik sorun
olmasının nedeni, yazarın bu konuda daha önce yapılmış çalışmaların farkında
olmasıdır. Bu konuda öncü çalışmalardan birinin Açıkel’in “Kutsal Mazlumluğun
Psikopatolojisi” (1996) makalesi olduğuna literatür
bölümünde değinmiştim. Yazarın çok istifade ettiğini belirttiği kitaplarımdaki
en az iki makale de Necip Fazıl’ın neden “sorun” olduğu ve sorunsallaştırılması
gerektiği sorularına cevaplar arıyordu. Aslına bakılırsa, -Birinci’nin
terimleriyle- bu cevelan yapılmadan Amerika keşfedilmek istendiğinde ortaya
çıkan problem, nitelik sorunlarının usûl ve etik sorunlarıyla birleşmesinden
kaynaklanmaktadır.
[43]
Siyasal aciliyetlerin eleştirel ürünü sakatlaması sorununun akademik biçim
kurallarına dair bir belirtisi kitapta defalarca kullanılan şu ifadelerde
kendisini gösteriyor: “…bir dedikodu olarak hâlâ söylenir” veya “Beyatlı’ya
dair sadece Paris değil, Varşova’nın da bütün pavyonlarını, batakhanelerini iyi
bildiği hâlâ söylenir” (s. 111) (abç). Kim tarafından? Bir doktora-sonrası
siyaset bilimi çalışmasının bunu açık bir göndermeyle belirtmesi gerekmez mi?
Aksi takdirde, vaziyet bir işret meclisinde hükümete kızgın iki kişinin
sohbetine dönmez mi? Yazar, bilimin otoritesine başvurmuyor ve çalışmayı da bir
siyaset bilimi post-doktora çalışması olarak takdim etmiyor olsa, çokça atıf
yaptığı Mina Urgan ve Fikret Adil’in kitapları gibi bir kitap yazmaya yönelmesi
anlaşılabilir olurdu. Dedikodulara kaynak vermeden başvurulması da nispeten
anlaşılabilirdi. Oysa bu durumda sorun sağduyunun
(common sense) bilimselleşmesi olarak tezahür ediyor. Yazar, saha
araştırmaları ve istatistikleri, nesnesini (Türk muhafazakârlığı ve
figürlerini) sözde eleştirmek üzere akademik bir özensizlikle eğip büküp
referans dahi vermezken bir biçimde sosyoloji bilgisini sağduyulaştırıyordu.
Diğer yandansa bazı sağduyu bilgilerini akademik bilgi mertebesine çıkarıyor.
Başka bir deyişle, sosyolojik araştırma bilgisinin sağduyulaşması ve sağduyunun
bilimselleşmesi olmak üzere iki yönlü bir hareket söz konusu. İki hareket tek
bir merkezde birleşiyor: Nesnenin eğip bükülmesi ve/ya çarpıtılması.
[44]
Yazar, kitabın girişinde bir uyarı yaparken şık görünümlü bir politik
doğruculuğu ihmâl etmiyordu: “Çalışmada yer alan kişilerin tamamının erkek
olması okurları haklı olarak rahatsız edecektir. Ancak Türkiye’deki büyük
muhafazakâr anlatıda kadın sanat ve fikir insanlarının yeri ‘var’dan çok ‘yok’a
yakın olduğundan, üzülerek belirtmek isterim ki…” (s. 23) Görünüşe göre,
2017’de sosyal bilimler alanında çalışan erkek bir araştırmacının feminizm
hassasiyetine tanıklık ediyorduk ama yazar her nasılsa Peyami Safa’nın çocuk
yetiştirme tercihine gelindiğinde girişte belirttiği duyarlılığı unutuvermiş.
Ayrıca Halide Edip Adıvar gibi kadın yazarların çalışmada yer almaması yazarın
söylediğinden farklı nedenlere dayanıyor olabilir. Mesela bir an erkek
figürlere yönelik ayrıntıcılık ve ifşaattaki ortak örüntülerin kadın figürlere
için söz konusu olduğunu düşünelim: Erkek düşkünü, içki ve uyuşturucu
âlemlerinin vazgeçilmez üyesi, kocasını hasta yatağında bırakıp sevgilisine
giden bir kadın… Bu tür bir anlatı, sözde feminist hassasiyetlerden ziyade
yazarın bizatihi kendi “kod”ları gereği mümkün değildir. Yazar politically correct şıklıklar yerine,
erkek figürler için izlediği yolun kadın figürler için geçerli olmadığına dair
bir sosyal bilim araştırması için gereken asgari düşünümselliği geliştirebilmiş
olsaydı, metodundaki sorunların kolaylıkla farkına varabilirdi. Erkek figürler
için mübah olan, kadın figürler için (yazarın muhafazakâr “kodlar”ı gereğince)
işlemsel olmayan bir putkırıcılığın üzerinde iyi düşünülmüş bir eleştiri
yöntemi olması mümkün müdür? Hakiki eleştiri, yöntemsel olarak, asgari bir
evrenselliği veya -Arendt’in Kant’ın yargı kuramından çıkardığı- bir
“genişletilmiş düşünce”yi talep eder. Başlığın Türk Muhafazakârlığı konseptinin
kavramsal ağırlığını taşımadığını, Türk Muhafazakârları’nın daha doğru bir
tercih olabileceğini belirtmiştim. Bu aşamada, Türk Muhafazakârlığının erkek
temsilcileri olması gerektiği anlaşılıyor. O halde kavramdan iki kez uzaklaşılmıştır. (Belki de üç kez: Eğer kavram
“muhafazakârlık”sa, bunun eleştirisinin “Türk muhafazakârlığı”, Türk
muhafazakârlığının figürler, figürlerin erkek figürler, erkek figürlerin de
kişisel itibarları üzerinden gerçekleştirileceği düşünülüyorsa, üç kez mi dört
kez mi oluyor?)
[45]
Edebiyat eleştirmenlerinin Türk muhafazakârlığı konseptine figürler açısından
yaptıkları katkıyı hatırlarsak bu konuda araştırmacıların disiplinler arası
birikime dayanmalarının gerekliliği ortaya çıkar. Yazar, Peyami Safa kısmında
edebiyat eleştirmeni Jale Parla’ya sadece Peyami Safa’nın “babasız” büyüdüğünü
ima etmek üzere başvurmuş: “Peyami Safa, Jale Parla’nın Babalar ve Oğullar adlı
eserinde vurguladığı geç dönem Osmanlı-Türk yazarları için merkezi bir önem
taşıyan ‘babasız kalmak’ gerçeğini yaşayarak büyümüştür. Türlü hastalıklarla,
sıkıntılarla geçen çocukluk ve gençlik yılları…” (s. 127). Tanpınar ve Yahya
Kemal hakkındaki zengin edebiyat eleştirisi yorumcularına hiçbir referans
yokken, Peyami Safa’nın babasız büyümesi konusunda Jale Parla’ya atıf yapmak
yerinde bir tercih gibi görünmüyor. Çünkü hem Jale Parla Tanzimat sonrası
yazarları ele alır hem de aslen simgesel bir baba ve babasızlık, otorite ve
otorite boşluğu durumundan söz eder. Örneğin Parla, alt başlığı “Tanzimat
Romanının Epistemolojik Temelleri” olan kitabın bir yerinde “baba” hakkında
şöyle yazar: “… başta mutlak hükümdarın geleneksel kudreti olmak üzere Osmanlı
kurumlarında, yenileşme zorunluluğundan kaynaklanan meşruiyet boşlukları
doğmuştu… Osmanlı’nın kültür normları sisteminde, bu normların mutlaklığını
destekleyen kurumsal otorite zaafa düşmüştü… (bütün bunlar) ilk romancıların
işini çok güçleştiriyor, bir bakıma onları ve metinlerini ‘baba otoritesinin’
koruyuculuğundan yoksun bırakmış oluyordu… Tanzimat romancıları için babaya
duyulan gereksinimden kurtulmak, ancak kökten bir epistemolojik dönüşüm
geçirmekle mümkündü ki, bu henüz gerçekleşmemişti. Batılılaşma programını
belirli kısıtlamalarla yönlendirmeye çalışan Osmanlı aydınları kaygan ve
korumasız bir zemin içindeydiler… babayı simgeleyen ‘adil hükümdar’ modeli
tipik bir arayıştır. Nitekim Osmanlı kültürünün Batılılaşmasının ilk
aşamalarında da hem siyasal hem de edebi söylem yoğun bir baba arayışını
yansıtır… Yine de Tanzimat düşününde belirleyici olan babayı öldürmek değil,
ölmekte olan babayı diriltmek çabalarıdır” (Parla, 2002). Bu uzun alıntıda
Parla’nın kitabında temel olarak psikanalizin “baba”sı ve otoritenin Tanzimat
romanındaki yerinin anlatıldığı açıklıkla görülebiliyor. Yazar, ileride
değineceğim Yahya Kemal edebiyatında içkinin sembolik mânâsını anlama konusunda
olduğu gibi, burada da simgesel bir anlamı düz anlama indirgemiş. Kitabın
geneline yayılan ifşa mantığının zorunlu sonucu da, bağlam ve anlamların
düzleştirilmesidir. İfşa, kendi mantığı itibarıyla, sembolik anlamları çözmeye
elverişli bir yöntem olmadığı için, sembolik anlamları gözden kaçırmak, nesneye
şiddet uygulayarak anlamlarını yalınkatlaştırmak veya katmanları basit bir
biçimde indirgemek zorundadır.
[46]
Kızgınlık, figürlerin “itibar”ı yönündeki yoğun duygular ve hızlıca muhalefet katharsisi oluşturma veya
başka kaygılarla Tanpınar’ın metninin çarpıtılarak nasıl alıntılandığını
göstermeden önce metodolojik bir belirleme yapmak faydalı olabilir: Buradaki
eleştiride öncelikli amacım yanlış bilginin karşısına doğru bilgiyi koymaktan
çok, tam da doğru bilgi durumunda ortaya çıkan metodolojik engellere odaklanmak.
Bununla birlikte, Benjamin’in Alman
Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı’nda (2013) belirttiği gibi eleştiri
bir “bilgi momenti”ni de ihtiva eder. Bu momenti ele aldığımız kitaptaki
yönlendirmelerin bir metodolojik sorunla ilişkisini ortaya koymak üzere
işletmeyi amaçlıyorum. Pozitivist olmayan bir bilgi anlayışı uyarınca sorarsak,
doğru bilgiye yapışan niyet(lilik)/yönelimsellik, söylem veya duygu nedir ve o
bilgiyi nasıl kullanıma sokmaktadır? Yazar “alkolizm”i Türk
muhafazakârlığındaki figürlerin ortak kalıplarından biri olarak ileri sürüyor.
Bilgi momenti, bâzen yanlışı düzeltebilse de, asıl önemlisi, bilginin hangi
şekilde ortaya konulduğunu ortaya çıkarır. Bunu yaparken doğru bilginin
nesneden çıkarılırken göz ardı edilen bağlamları ortaya koyabilir. Örneğin, bu
alkol tüketme bilgisi, görünüşte bir itibarsızlaştırma
niyetliliği/yönelimselliğini temsil ettiği noktada ilgili figürün edebiyatında
içkiye verilen daha farklı (alegorik veya aşkın) anlamları şiddetle nesneden
çekip çıkararak onu bir tüketim nesnesine ve yaşam tarzının temsiline
indirgiyor mu? Bunu tespit etmek, basitçe bir bilgiyi başkasıyla düzeltmek
değil konunun metodolojik sorunlarla ilişkisini belirlemek anlamını taşır.
Çünkü burada bilginin hınç duygusuyla yönlendirilmesi, psikolojizm ve
ahlâkçılık türü genel sorunların belirtisi olduğu gibi, muhafazakârlığı
kültürel bir söylem (kabaca, içki içmeme davranışı veya tutumu) olarak belli
belirsiz tanımlaması, muhafazakârlığa dair egemen kültürelci paradigmanın
yeniden üretilmesini temsil eder. Sonuç olarak, bu sorun bize Türk
muhafazakârlığını araştırma nesnesi olarak belirleyen öznenin yanılgıları
hakkında bir fikir uyandırdığı ölçüde ele alınmaya değerdir. Türkiye
siyasetinde sıklıkla düşülen kısır döngülerin aşılması eleştirinin söz konusu
momentini bu biçimde yorumlamakla mümkün olabilir sanıyorum. Yâni asıl mesele,
bir “unutturulan tarih” motifiyle öne sürülen bazı bilgilerin yanlışlığını
kanıtlamaktan veya figürlerin savunmasını yapmaktan farklıdır. Çünkü bu
kanıtlama ve apolojiler muhataplarının söylemini çoğu zaman aşamazlar, kısır
döngüyü tetikleyip kültür kavgasını ateşlendiren de bu simetrik karşıtlıklardır.
Böyle ne düşünce tarihi anlaşılabilir ne de hegemonik ikiliklerin ötesine
geçilebilir. Nesneden onu “itibar”sızlaştırma niyetliliğiyle şiddetle çekip
çıkarılan bilgi içkinin Yahya Kemal edebiyatındaki farklı anlamlarını
düzleştirmektedir. Bu selefi zihniyet “anlama”yı bir türlü beceremez. Anlama
derken, basitçe psikolojik özdeşleşme veya empatik anlamayı değil söz konusu
olgunun bağlamını kavramayı kastediyorum. Tanpınar referans gösterilen Yahya
Kemal kitabında bunu yapar mesela: “Yahya Kemal’de ne alkol ne de kan kendi
hususiyetlerini muhafaza ediyor, durmadan realitesinin dışına çıkıyor.”
(Tanpınar, 2001: 163)
[47]
Literatür bölümünde zikrettiğim
yorumcular arasında tespit edebildiğim kadarıyla ilk kez Beşir Ayvazoğlu
tarafından… Daha önce ifade ettiğim gibi, bu “kabul” 1980’lerden itibaren
gelişen Türk muhafazakârları ve Türk muhafazakârlığı literatürüne aittir. Yazar
bu literatüre eklenip onun içinden yeni bir katkı sunmak yerine “Münir Nurettin
Selçuk’un besteleriyle tekrar ışıldayan” Yahya Kemal’e karşı bir “başka” Yahya
Kemal gösterme misyonunu benimsemiş. Keza yazının başlığı da “Başka Bir Tepeden
Bakınca…” Bu ifadeyi görünce aklıma ister istemez Öğün’ün Türkiye Günlüğü’nde yayınlanmış (2005) yazısına bir nazire yapılıp
yapılmadığı geldi. Çünkü Öğün’ün yazısının başlığı “Şehre Tepeden Bakan Adam:
Yahya Kemal.” Fakat bu konuda da bir atıf veya tartışma yok.
[48]
Yahya Kemal bölümünde yazarın yaptığı atıfların sadece %6,5’u Yahya Kemal’in
orijinal makalelerine olduğundan Gökalp ve Babanzâde polemiklerinin analiz
edilmesi zâten beklenemezdi. Yahya Kemal’in nesir kategorisinde atıf yapılmış
tek kitabı, “muhafazakârların düşman bellediği Nurullah Ataç’a gazel yapması”
(bkz. Yahya Kemal, “Ataç’a Gazel”) şeklinde makalenin -içeriğinden çok-
başlığına dikkat çekiyor. Yahya Kemal’in sözünü ettiğim polemikleri ise Aziz İstanbul (1969) ve Siyasî ve Edebî Portreler (1986) kitaplarında
yer almaktadır. Türk Muhafazakârlığı konseptinin geliştiği ve İslâmcılık
tartışmalarının yapıldığı 1990’larda bu polemiğin üzerinde düşünülmesi aslında
çok anlamlıdır. Zira burada Yahya Kemal ve Babanzâde’nin din anlayışları
arasındaki farklılığa ek olarak muhafazakârlık ve İslâmcılık arasındaki
ayrımlar da belirginleşir. Yazarın giriş bölümünde kendi safında olduğunu ilan
ettiği Nuray Mert’in “Cami Gölgelerinden Gölge İnsanlara: Kültürel İslâm Edebiyatı”
(1998) makalesinin ardından Yasin Aktay “İslâmcılık’taki Muhafazakâr Bakiye”de
(2003) bu tartışmayı -Mert’in makalesinden- yeniden aktararak şu sonuca varır: “…
bir İslâmcı figür olarak Babanzâde Ahmet Naim ile Türk muhafazakârlığının
önemli figürlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı arasında geçen bir anektod
bunu çok iyi örnekliyor… Tipik bir muhafazakârlık ve İslâmcılık diyalogunun
yaşandığı bu anektod…” (Aktay, 2003). Literatür
bölümüne dönerek yorumlarsak, 1980’lerden itibaren başlayan Türk
muhafazakârlığı figürleri ve 1990’larda gelişen Türk muhafazakârlığı
konseptiyle ilgili çalışmaların sonuçlarından biri olarak, Yahya Kemal’in Türk
muhafazakârlığının en önemli figürlerinden biri olduğu belirlenmiş, bunun
ardından yine bu figür ve konsepti çözümlemek üzere, Türk muhafazakârlığının
İslâmcılık’tan farklı boyutları (“kültürel İslâm” ve İslâmcılık farklılıkları
gibi bir teorik çerçevede) vurgulanmaya başlanmıştır. O halde, bazı anektodlar
hem figürleri hem de konsepti açıklamak için önem taşırlar; bu nedenle
literatürde öne çıkarlar. Aslında bu anektod sadece hurafeleri bir “kültür
zenginliği” olarak anlayan muhafazakârla Müslümanlar’ı -İsmail Kara’nın (2003) deyişiyle-
“saf inanç sahibi kılma”ya çalışan İslâmcı figür arasındaki farklılıkları
(böylelikle tikel bir örnekten yola çıkarak muhafazakârlık ve İslâmcılık
kavramlarını) cisimleştirmez; aynı zamanda Yahya Kemal’e yönelik yapılmış ilk
eleştirilerden birini de gösterir (1921-1922). Yahya Kemal’in Siyasî ve Edebî Portreler’de aktardığı Gökalp
polemiği ise başka ideolojik farklılıkları ortaya çıkarır. “Modern Epistemik
Cemaatin Üyeleri: Kemalizm ve İslâmcılık Karşısında Türk Muhafazakârlığı”
(2009) makalesinde bunu, Giovanni Sartori’nin teorik çerçevesinden hareketle
empirist ve rasyonalist paradigmalar arasındaki farkı açıklayan bir diyalog
biçiminde analiz etmiştim: “Yahya Kemal, muhafazakâr bir parola hâline gelen
meşhur sözünü Ziya Gökalp’le girdiği bir polemikte söylemiştir. Bu tartışmadan
iki farklı gelenek yaklaşımına dair bazı ipuçları yakalanabilir: ‘Birçok
günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Diyarbekir’in bir harika olan bu
oğlu konuştuğu zaman istikbâlin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara
benzerdi; ilk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bâni idi; mâziye
arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla yalnız istikbâle bakardı. Mâziye karşı
dâüssılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki: ‘Harâbîsin harâbatî değilsin,
gözün mâzidedir âtî değilsin’. Ben de mâzinin kulağıma fısıldadığı bir sesle
cevap verdim: ‘Ne harâbî ne harâbatîyim, kökü mâzide olan bir âtîyim’ dedim.
Bir cevaptan başka ciddî mânâsı olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük
bir hakikat varmış.’ Bu satırlarda, “mütedeyyin” ile kastedilen, Gökalp’in
asr-ı saadet Müslümanları kadar dindar olduğu değildir kuşkusuz. Çünkü, bu
sıfatı, mâziye arkasını çevirme, sadece geleceğe bakma, mimarlık, bâni (kurucu,
inşa eden) gibi öğeler tamamlamaktadır. Yahya Kemal’in bahsettiği, ilk
Müslümanların cahiliye dönemine gösterdikleri direncin Gökalp’te Osmanlı
karşıtlığı biçiminde gerçekleşmesi ve her ikisinin de tarihsel açıdan kopuşçu
bir yaklaşımın örneği olmasıdır, denilebilir. Zira, Gökalp, Türk kültürünü
pre-İslâmik ve Osmanlı öncesi tarihlerde ararken “yeni hayat”ı kurma yolunda bu
tarih kesitlerinden gelenek icat edilmesi yaklaşımını savunur. İslâmcılığın
tarihsel İslâm kategorisine benzer bir biçimde, Osmanlı tarihini Orta Asya
Türklüğünden bir sapma olarak değerlendirir. Bu anlamda, yeni kurulan devletin
Osmanlı mirasını reddi ve Osmanlı tarihinden yoksun bir gelenek icadına
yönelmesi, Gökalp’in düşüncelerine bir şeyler borçludur.” (Mollaer, 2009)
[49]
İsmet Özel’in Erbain’inden: “…biraz
üzgün ve Ömer öfkesinde biraz.” Bu da Asaf Halet Çelebi’nin “İbrahim”inden:
“ibrâhîm/içimdeki putları devir…” Yahya Kemal açısından bahsedilen
“Bektaşi-meşreplilik”in mümeyyiz vasfı, kişinin dışarıdaki putlardan önce kendi
içindeki putları devirmesidir. Etik olarak zor bir görev. Lâkin eleştirinin
kolay meslek olduğunu kim söyledi? Bu etik-teolojik ilke kötü eleştiri
açısından da tasavvur edilebilir mi? Eleştirinin “Ömer öfkesi”yle kendi
mahiyetini unuttuğunu düşünüyorum. Böyle bir eleştiri gücünü yandaşlarına
sağladığı etik-siyasal (hattâ bu örnekte olduğu gibi kısmen teolojik) arınmadan
kotarmaya çalışır; buna gayret ettikçe “unutur.”
[50]
Yazarın hakiki-sahte muhafazakârlar kategorilerini muhafaza ettiğini
belirtmiştim. İlginç bir biçimde, kitabı “eleştiri” olarak sunmuş olmasına
rağmen, bir taraftan “sahte” muhafazakârlara ateş püskürüyor; diğer yandansa
başka bir muhafazakârlığa yönelik -hiçbir somut analize dayanmayan- bir
beklentiye giriyor.
[51]
Yazarın Yahya Kemal “yaşadığı birkaç şahsiyet analizi imkânı sunan olayda ya
(Atatürk’ün huzurunda) ayağa kapanmıştır, ya (Madrid Sefareti’nden Paris’e
firarı ya da Celile Hanım olayında) kaçıp saklanmıştır…” (s. 110) biçiminde
sunduğuna benzer sahneleri “Modern Epistemik Cemaatin Üyeleri”nde Ayvazoğlu’nun
ortaya koyduğu biyografik bilgilerden yola çıkarak yorumlamaya çalışmıştım: “Dini,
toplumsal ya da ulusal bir ‘kurum’ olarak görmek açısından uzlaşma noktası
bulan muhafazakârlar ile Kemalistler arasındaki ittifakın çok uzun boylu
olmadığını düşünmek de mümkündür. Dönemin muhafazakârları, Kemalizm’e bir
yandan eklemlenmeye çalışmaktadırlar ama hâkim elitin radikal pratikleri
muhafazakârların Kemalizm’i yorumlama uğraşını kesintiye uğratmaktadır… Millî
Mücadele yıllarında dinî motiflerle tanımlanan millet kavramı, 1930’larda
Kemalist ideolojiye laiklik ilkesinin bir sonucu olarak, dinî özelliklerinden
arınmış bir biçimde girmiştir. Bu minvalde, Yahya Kemal ve Mustafa Kemal
arasındaki diyaloğu çözümlemek mümkündür: Yahya Kemal, Müslümanlığı önemsiyor,
ulusal kimliğin yapıcısı olarak kendi kültürüyle yoğurup yeniden şekillendirdiği
Müslümanlığı görüyordu. Millî Mücadele sonrasında bu fikirlerini bir mecliste
yan yana oturduğu Mustafa Kemal’e anlatmış, inkılâpların esaslısının dinde
yapılacağını duyunca ‘ama paşam’ demişti, ‘inkılâpları yaparken Türk milletinin
Müslüman olduğunu gözden ırak tutmamak lazımdır!’. Burada, muhafazakârlar ve
Kemalistler arasındaki süreli ittifaka şahit olunabilir. Yahya Kemal, Mustafa
Kemal’e yanında oturacak kadar yakın bir mesafededir ve ‘Paşa’sına reformların
ılımlı bir çizgide olması istemini dillendirmektedir. Fakat işler her zaman
Yahya Kemal’in istediği doğrultuda gitmedi. İnkılâplar birbirini kovalarken
Yahya Kemal, Avrupa başkentlerinde elçi olarak görevdeydi ve özellikle dil,
tarih ve musiki alanındaki devrimlere sessiz bir muhalefeti vardı. Ayrıca,
‘1929 yılında Ankara’ya geldiğinde, harf inkılâbı hakkındaki fikirlerini soran
Mustafa Kemal’e, boş bulunup, ‘Ama paşam, koskoca Türk kütüphanesi, Türk
kültürü ne olacak?’ demişti. Yahya Kemal’in Gazi ile arasında soğuk rüzgarlar
esmesine yol açan bu söz yüzünden Türkiye’ye bir süre dönemediği ve uzunca bir
süre sonra Bükreş elçisi Hamdullah Suphi’nin delaletiyle affedilip ‘sofra’ya
kabul edildiği biliniyor’ ” (Mollaer, 2009). Görüldüğü gibi, yukarıdaki
polemiklere benzer bir biçimde, Yahya Kemal-Mustafa Kemal diyaloğu da belli bir
tikel örnekten yola çıkarak genele dair çıkarımlar yapılabilecek bir polemiğe
işaret ediyor. Burada erken Cumhuriyet döneminde Türk muhafazakârlığı ve
Kemalizm arasındaki yol ayrımı kendisini gösteriyor. Bununla birlikte, yazarın
giriştiği tartışmanın düzeyi Yahya Kemal’in “itibarı”na odaklandığından bu tür
teorik çıkarımlarla ilgisi bulunmuyor. Ayrıca “Atatürk’ün huzurunda ayağa
kapanma” bilgisinin hangi kaynaktan edinildiğini herhangi bir referans olmadığı
için anlayamıyoruz. Yoksa bu aşamada “haylazlık etmeyen” Sadi Irmak versus
“haylazlık eden” Necip Fazıl’ı tamamlayan bir sahneyle mi karşı karşıyayız?
Erdemsizlerin önünde eğildiği ulusun onuru Atatürk versus “ayağa kapanan” Yahya
Kemal… Bütün bu ikili karşıtlıklarda olup biten, kültürelciliğin
muhafazakâr-cumhuriyetçi ikiliğinin -ideolojik olarak- daha daralmış bir
anlayış çerçevesinde bu kez figürler üzerinden yeniden üretilmesidir.
[52]
Yahya Kemal’in Gökalp, Babanzâde ve Mustafa Kemal’le diyaloglarına ele
aldığımız kitapta neden yer verilmediğini sormuştum. 116. sayfada Yahya
Kemal-Babanzâde polemiği için -değinilmek ve tartışılmak yerine- sadece bir
kaynak gösterilmiş. Kitabın Yahya Kemal’le ilgili kısmında ana metinde Yahya
Kemal’e “dair başka bir profil çizmenin yolunu açmaktadır” denilerek bir dipnot
veriliyor. 4. dipnotu tam olarak aktaralım: “Bu konuda Tanpınar’ın, ‘Onun din
meselesinde hiçbir teklifi de inkârı da olmadığı’ yorumu başta gelmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982, s. 50.
(Dipnot devam ediyor) Babanzâde A. Naim ile İslâm dini üzerine yaşadığı
tartışma herkesçe bilinen Beyatlı için Kaya Bilgegil de bir makale kaleme
almıştır. ‘Yahya Kemal’in Şiirlerinde Din’, İslami İlimler Enstitüsü Mecmuası,
Yıl: 1, Sayı: 1, 1959, s. 1-22. Yaklaşık
40 yıl sonra gelen bir tartışma-değerlendirme için ayrıca bkz. Hilmi Yavuz,
‘Yahya Kemal Deist Mi İdi?’, Zaman, 9 Aralık 1997” (s. 115-116). İlk önce,
Yahya Kemal üzerine 1980’den itibaren nicelik ve nitelik açısından kayda değer
bir neşriyatı göz ardı ederek yaklaşık 60 sene önce yazılmış ve çok az atıf
yapılan bir makaleye neden gönderme yapıldığını düşündüm. Ardından Bilgegil’in
zikredilen makalesinin yeniden yayınlanmış versiyonuna Yahya Kemal hakkındaki
eski yazılardan derlenmiş bir kitabın (2000) içinde ulaşıp okuduğumda, bu
dipnotta aktarılan tartışmanın makalede bulunmadığını şaşkınlıkla teşhis ettim.
Bu durumda, yazar, kaynağı yanlış bir biçimde aktararak okuyucuyu yanıltıyor.
Neden ana metinde bu polemikler bulunmamasına rağmen bir dipnotta okur
yanıltılır? Ayrıca, bu konuda daha ciddi akademik ve teorik eserler varken,
neden Zaman gazetesindeki 1997
tarihli kısa bir yazıya “tartışma-değerlendirme için bkz.” diyerek atıf
yapılır? Herhalde bir nedeni vardır. (Durumun vahim taraflarından biri de, Bilgegil’in
makalesine atıfın aslında Yavuz’un makalesinde bulunuyor olmasıdır. Yavuz,
makaleye, Bilgegil’in Yahya Kemal’in “vokabülerindeki dini kelimeler”in
anlamını çözümlemesi açısından gönderme yapıyor. Fakat yazar Bilgegil’e de -makalenin
içeriğini bilmemesine rağmen- kendi okuyup keşfetmiş gibi gönderme yapıyor.)
Aslına bakılırsa, Muhafazakârlığın İki
Yüzü’nde Yahya Kemal’in polemiklerinin yanı sıra zaman, Şark, gelenek,
millet ve din hakkındaki düşüncelerini de tartışıyorum. Yazar ilginç bir
biçimde Tanpınar’ın Yahya Kemal kitabının farklı bir baskısına başvurarak aynı
yere atıf yapmış. İlgili makalede şöyle yazıyorum: “Muhafazakârlığın mevcut
kültürel örüntülere yönelik sempatisinin cari koşullar ile bütünsel bir uzlaşma
anlamına gelmediğini ifade etmiştim… Tanpınar’ın anlattığına bakılırsa, Yahya
Kemal dahi, cari din konusundaki kabullerinin yanı sıra mesafeli bir tavır da
geliştirmiştir: ‘Yahya Kemal’in din meselesinde hiçbir teklifi de inkârı da
olmamıştır” (Mollaer, 2009, 2014: 157). Bu alıntının sonunda verdiğim dipnotta
Tanpınar’dan yaptığım alıntıyla devam ediyorum: “Tanpınar, Yahya Kemal’in din
anlayışını deizme yakın bulmuştur: ‘Kendi hususi din inancında… bir çeşit
deizme yakın gördüm… O felsefenin ve ilahiyâtın keskin suallerini kendisine hiç
sormamış gibi görünür… Yahya Kemal, metafizik ve dinî azap ve endişelerin adamı
değildi” (Mollaer, 2009, 2014: 158). Bu kısımda özellikle Yahya Kemal’in din
tasavvurunun Robert Nisbet’in (1990) muhafazakâr din tasavvuru için belirttiği toplumsal
kurum olarak din anlayışına yakın olduğuna dikkat çekmeye çalışıyorum. Bu tezi
başka çalışmalarımda da işlemeye devam ettim. Yazar, aynı bağlama (Yahya
Kemal-Babanzâde diyaloğu, Yahya Kemal’de din ve Yahya Kemal’in deizmi) aynı
terimlerle değinmiş ama bunu bir gazete yazısına gönderme yaparak
gerçekleştirmiş, 1959 tarihli bir makaleye yaptığı atıftaysa okuru
yönlendirirken vaat ettiği bilgi bulunmuyor. Ayrıca Yahya Kemal-Babanzâde diyaloğu,
1990’lardan itibaren Türk muhafazakârlığı literatüründe (Mert, Aktay, Mollaer gibi) çeşitli yazarlar
tarafından ayrıntılı bir biçimde tartışılmışken, yazarın bu tartışmaları
tanıtmak yerine okuru “herkesçe bilinen” gibi usûlsüz bir ifadeyle ve yaklaşık
olarak 60 sene önce yayınlanmış bir makaleye göndermesi, buna karşılık okurun
adreste belirtilen bilgiyi bulamaması bir başka akademik sorunu ortaya
çıkarıyor.
[53]
Yazarın muhafazakâr figürlerin “itibar”ını düşürmeye çalışırken takip ettiği
yol Türkiye’de selefi İslâmcılar’ın İbn Arabi tasavvufuna yönelik düşmanca tutumlarını
andırıyor. Selefiliğin sağı ve solu, İslâmcısı ve laiki birbirine çok benzer,
çünkü selefilik sadece bir düşünce akımı veya ideoloji değil aynı zamanda bir
zihniyet ya da Mannheimcı anlamda bir düşünce üslûbu veya mantalitedir. Bir
zihniyet olarak selefilik; bir hermenötik sefalet (yoruma tahammülsüzlük ve/ya
metnin geniş anlamlarının daraltılıp düzleştirilmesi), estetiğe/muhayyileye
düşmanlık (etiğin estetik tutum karşısındaki egemenliği) ve hukukçu/ahlâkçı
tutumla (hukuk ve/ya ahlâkı merkezileştiren bir mantalite) karakterize olur.
[54]
Bu beyiti öğrenince Yahya Kemal hakkında bilgi dağarcığım muazzam biçimde
genişledi. Ardından yazar yönlendirmediği için bu bilginin kaynağına nereden
ulaşabileceğimi düşünmeye başladım. Kısa bir araştırma neticesinde internetteki
çok başvurulan arama motorunda ilk sayfada ekrana geldiğini tespit ettim.
[55]
Yazarın Tanpınar’dan alıntı yaptığı kitaba bakıldığında Tanpınar’ın bunu
(“yazdığını öğrenen… deyip” biçiminde) ima edildiğinin aksine Kavaklıdere
hadisesini öğrenir öğrenmez yazmadığı, kitabın ilgili kısmında Kavaklıdere
hadisesinin geçmediği anlaşılmaktadır. Tanpınar’ın Yahya Kemal kitabını anlamak, kavramak veya hakiki anlamda bir
eleştiri geliştirmek için değil şairin muhafazakâr “kültür kodları”na aykırı
yaşam tarzını “ifşa” etmek için yağmalandığı görülüyor. Anlatı öyle bir
kuruluyor ki, sanki Tanpınar Yahya Kemal’in Kavaklıdere şarapları için reklam
metni yazdığını öğrenmiş ve buna hemen bir tepki geliştirmiş. Oysa kitabın
başlarındaki alıntının yapıldığı kısım tam olarak şu şekilde: “İçkiyi, âzâde
hayatı çok seviyordu. Etrafında uyandırdığı alâkada bu azâde hayatın da büyük
tesiri vardı. Edebiyat-ı Cedide şairlerinin Abdülhamid’in kapalı hayatını
benimsemiş, kerli ferli ve baştan aşağı aile içinde geçen küskün, neşesiz,
şikâyet dolu ve can sıkıcı yaşayışlarına mukabil, ömrünün yarısını, kahvede
veya işret masasında, sadece edebiyattan, günlük hadiselerden bahsederek,
buluşlarını tekrarlayarak yaşayan bu adam kendinden evvelkilerin hiçbirini
hatırlatmıyordu” (Tanpınar, 2001: 21). Yazar, Tanpınar’ın kitabının giriş
bölümünde yer alan ve muhtemelen “İlk Karşılaşma” başlığını taşıdığından kendi tarzına
uygun olacağını tahmin ettiği bu bölümde içki meselesiyle ilgili bir satır
aramış, bulunca alıntılamış belli ki. Fakat bunu çarpıtarak kullanmış.
Yukarıdaki paragrafta görülebileceği gibi, Tanpınar, Yahya Kemal’in Kavaklıdere
beyitini görüp bir tepki geliştirmek yerine, Yahya Kemal’in dünya görüşünü
Edebiyat-ı Cedide’nin klostrofobik dünyasından ayırt etmektedir. Ayrıca,
Tanpınar kitabın ilerleyen kısımlarında, yazarın yorumunun hilafına, Yahya
Kemal’de içkinin sembolik anlamlarına dikkat çeker; onun Yahya Kemal’in Dionizyen
boyutunu temsil ettiğini ama Apollon’la dengelendiğini, yaşayışında transandantal
bir boyuta yol açtığını söyler: “Nietzsche’ye göre musiki, dionizyen sanatların
başında gelir ve Yahya Kemal de içkiyi seven bir insandır. Ben pek az şairde
ferdî bir düşkünlüğün bu kadar derinden yenildiğini ve âlemşümûle yükseldiğini
gördüm… içki rolünü değiştirmiş, alelâde sarhoşluk olmaktan çıkmış, rüya olmuş,
yani Apollon kutbuna geçmiş veyahut da tam Nietzsche’nin anlattığı şekilde bizi
kâinatla birleştiren üstün neşenin kendisi olmuştur” (Tanpınar, 2001: 140, 144).
Tanpınar, bu alıntının yapıldığı Yahya Kemal
kitabında, işretin Yahya Kemal edebiyatındaki sembolik anlamlarını mitolojiden
tasavvufa, Nietzsche’ye ve psikanalize oldukça geniş bir entelektüel bağlamda
çözmeye çalışır. Dolayısıyla yazar büyük ihtimalle Tanpınar’ın kitabını
okumamış, okumuşsa bu kez derin bir çözümlemeyle ele alınan sembolik bağlamı
nesnesinin “itibarı” açısından yalınkat hale getirmiş. Bu durumda okur hem
yanıltılıyor hem de vasatlaştırılıyor.
[56]
Kim böyle “tasvir edenler”? Turan’ın da dikkat çektiği gibi, yazar Yahya
Kemal’in trolünden yazarına, tabanından tavanına kadar bütün bir muhafazakâr
camiayı etkisi altına aldığını düşünüyor olmalı. Kanaatimce, alışkanlık haline
getirdiği gibi düzeyleri birbirine indirgiyor. Burada iki farklı düzey var:
Birinde 1950’lerde Nihad Sami Banarlı’nın ve İstanbul Fetih Cemiyeti’nin başını
çektiği bir Yahya Kemal ilgisi ve bunun 1980’lerden itibaren farklı şekillerde
Ayvazoğlu tarafından sürdürülmesi. Bir başka düzeyde yer alan çağdaş siyasal
muhafazakârlar veya tekno-muhafazakârlar açısındansa Yahya Kemal hiçbir şekilde
Necip Fazıl ve Mehmet Âkif kadar “muteber” değildir. Çiğdem de “huzur
üslûbu”nun etkilerinin uzun vadeli olmadığı teşhisinde bulunuyordu. O halde,
siyasal bilimci gerçekçi ve tutarlı olmak adına, düzeyleri birbirine karıştırıp
belirsiz bir toplulukla savaşmak yerine, örneğin Ayvazoğlu ve Banarlı’nın Yahya
Kemal yorumlarını eleştirir ve kendi iddiasını bunun üzerinden geliştirir.
[57]
Daha önce bunu yazarın muhafazakâr ve cumhuriyetçi paternalist kodlarına
başvurmasının anlamı açısından yorumlamıştım. İma edilen bu ulusal sadakât
eksikliğinin diğer eksikliklerle bir arada yeniden görülmesi Yahya Kemal’in
kişisel “itibar”ına dair gösterilmesi amaçlanan şeyi bir arada ortaya koyar.
[58]
Spivak’ın bu kavramı (“worlding”) için bkz. (Ashcroft, Griffits and Tiffin,
2007)