Yapısal Entelektüel Tıkanma: Tanpınar ve Atay'dan Meriç'e
Ahmet Hamdi Tanpınar "sükût suikastı" der, Oğuz
Atay "ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?" diye
sorar, iyi bilinir. Aslında yazar suikasta rağmen yaşamaktadır ve oradadır.
Pekâlâ neden böyle der? Entelektüel geleneklerin, kural ve kurumların layıkıyla
işlediğinden kuşku duyulan bir memlekette faaliyet gösteriliyorsa, bunun
nedenleri en az bir kez sorgulanır,[1]
kara kara ya da mesafeli bir gözlemci tutumuyla. Üzerinde düşünelim.
Fiziksel koşullarla ilgili nedenler
olabilir. Yazar ve (diğer yazarların da aralarında bulunduğu) okur topluluğu
arasındaki akışı yavaşlatan veya engelleyen kültürel-toplumsal sorunlar
nedeniyle eser adrese ulaşmamıştır. Benedict Anderson'ın milliyetçiliğin
yayılmasının en önemli koşulu olarak gördüğü kapitalist yayın pazarı ulus
sathını bütünüyle kuşatamamıştır veya Karl Deutsch'un vurguladığı iletişim,
haberleşme ve toplumsal bütünleşme henüz yeterli ölçüde sağlanamamıştır.
Tanpınar'ın "sükût suikastı" ile ilişkilendirilebilecek olan bir
başka kaygısını; Türkiye'de farklı kuşakların okudukları ortak kitapların (“mecelle”)
sayısının çok az olmasının nedenlerini de bu fiziksel bağlamda düşünebiliriz.[2]
Bu durumda sorun ulusal kültürün hegemonyacı kapsamının sınırlılıklarıyla ilgili
genel bir sorunun parçası olarak karşımıza çıkar.
Epistemik cemaate dair koşullar
olabilir ki, bunu tarihsel nedenler biçiminde telakki etmek icap eder.
Epistemik cemaatin belli bir tarihsel konumlanması nedeniyle kendiliğinden
ürettiği bir görme kaybı. Tanpınar’ın Huzur’da
“Debussy’yi Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak” derken işaret etmeye
çalıştığı, Daryush Shayegan’ın terimleriyle söylenirse, “farklı bilgi blokları
arasındaki çelişkilerin zamanında yaş(ayan), birbirilerini iten ve karşılıklı
olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasında çatlağa düş(me)”nin, iki
farklı epistemik dünyanın radikal biçimde bölünmesinin ortaya çıkardığı sorun.
Aslında epistemik diyoruz ama bu
cemaatler hiçbir zaman salt epistemik değildirler, siyasal cemaatlerdir de.
Epistemolojinin siyasallığını düşünebiliriz burada. Yöntemin hakikate götüren
nötr, teknik, tarafsız bir araçlar toplamı değil de hakikatin belli bir
yorumunu baştan içermesi gibi, epistemik cemaatler de siyasal olanı içerirler.
Bunun yanına bir de Türkiye'de kültürün
özgül koşullarını, farklı epistemik cemaatler arasındaki bölünmeyi
yerleştirelim. Muhtemelen ilk kez Ahmet Haşim’in organik yerli zaman anlayışı
ve “mekanik yabancı saatlerin hayatımıza girişi”ni karşılaştırdığı “Müslüman
Saati”nde (1921) ele alınan, ardından Yahya Kemal’in Üsküdar ve Beyoğlu’nu iki
farklı dünya olarak işlediği ”Ezansız Semtler”de (1922) geçen bir ikilik ya da
Nurdan Gürbilek’in son kitabı olan Sessizin
Payı’ında Fatih-Harbiye’de (1931) görüldüğünü ileri sürdüğü “kültürel
yarık”.[3]
Modern Türkiye'nin düşünce tarihinde
belli bir epistemik topluluğa ait görülen yazarın diğer epistemik topluluklar
tarafından tanınmamasına dair o kadar fazla öykü vardır ki, bu durum kendi
tarzında (örneğin “münzevi aydın” olarak) bir aydın romantizmine bile yol
açmıştır. Bir yandan yazarın kendilik algısıyla ilgili romantizm, öte yandan
yazarın muhatapları veya takipçilerinin ona atfettiklerinin toplamı ya da bu
atfetmenin bizatihi kendisi olarak romantizm. Hegelci terimlerle kendinde
romantizm ve kendi-için romantizm, kendisi ve başkaları tarafından atfedilen
romantizm. Hem Tanpınar ve Oğuz Atay'ın günlüklerinde hem de Cemil Meriç'in
tutumlarında ilk romantizm türü kolaylıkla ayırt edilebilir. Hatta Cemil Meriç
bu konuda o kadar fazla yazmıştır ki, epistemik cemaatlerin tarihsel durumunun
neden olduğu bir iç romantizm halet-i ruhiyesinin en baskın örneklerinden biri
haline gelmiştir:
"Bu
anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında münzevi aydın hareketini nasıl
ayarlayacak. İşte bütün mesele... Ne ben kendim kalarak bunlara katılabilirim,
ne onlar beni içlerine alırlar... Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol
diyalogdan kaçıyor. Bu çemberi kırmak mümkün değil." (Meriç, 1998)[4]
Genellikle, çemberin kırılamayacağı
inancı güçlendikçe yazarın kendilik algısıyla ilgili romantizmi hararetlenir,
iç romantizmin yükselişi muhatapları ve takipçilerinin ona atfettikleri değere
ilişkin bir başka romantizmi ortaya çıkarır. İkincisi genellikle ilkini takip
eder; “Minerva’nın baykuşu” uçtuktan sonra, yazarın üretimini tamamlamasının ardından
gerçekleşir. Tanpınar, Oğuz Atay ve Cemil Meriç’te olduğu gibi.
Söz konusu fiziksel ve tarihsel
nedenler nesnel koşullar olarak tortulaşırlar. Son tahlilde her iki neden
kategorisi de nesneldir. (Fiziksel koşulların okuyucunun vurdumduymazlığı gibi
öznel-psikolojik boyutlarını bir an ihmal ederek söylersek. Fakat bu dahi
düşünüldüğü kadar saf psikolojik bir olgu olmayabilir). Yazarlar ne kadar
heroik görünürlerse görünsünler “kendi zamanlarının çocukları”dırlar. Tarihsel
nedenler bir yazarın tek başına aşamayacağı ölçüde yerleşiklik kazanmışsa,
Hegel'in bir kâhin üslûbuyla belirttiği gibi, yazar kendi zamanının ruhuna
basıp geçemez: “Her birey bulunduğu gelişim basamağına göre kendi halkının
çocuğudur. Kimse halkının tinine basıp geçemez, yeryüzüne basıp geçemeyeceği
gibi.”[5]
Nesnellikleri ilelebet değiştirilemez oldukları anlamına gelmez elbette. Bunu
dert edinmiş bir yazar kendi müktesebatı ölçüsünde yerleşik duruma müdahale
eder. Koşullar çetinleştiği ölçüde yazarın üslûbu da kendine has bir nitelik
kazanarak keskinleşir. Cemil Meriç'in eserlerinden pasajların da bulunduğu on
farklı paragraf önünüze getirilse hangisinin ona ait olduğunu tahmin etmeniz
fazla uzun sürmez. Burada Cemil Meriç'in entelektüel birikimi, mizacı ve
psikobiyografisiyle izah edilebilecek boyutlar kuşkusuz vardır. Hilmi Ziya
Ülken'in Şeytanla Konuşmalar'ı
hakkında kaleme aldığı erken tarihli (1943) bir eleştiri yazısı, Cemil Meriç'in
üslûbunun daha yirmilerinin ortalarında şekillenmeye başladığını gösterir. Dolayısıyla
efsaneyi kuşatan, sonradan gelen körlük ve bununla içgörünün kendiliğinden
açılması gibi bir açıklama Cemil Meriç'in celadetini izah etmek için yeterli
değil gâliba. Bunun gibi salt biyografiyle anlaşılması oldukça güç bir durum da
söz konusu. Cemil Meriç'in hikâyesini yapan asıl unsur, kanaatimce, tarihsel
nedenler, epistemik cemaatler arasındaki kültürel yarıklar ve bu koşullarda
vukû bulan “evrensel” bir tanınma arayışıdır. Cemil Meriç kendi nesnel
koşullarına müdahale etmiş, onları kısmen değiştirmiş ve nesnelliğin
değiştirilebilir olduğunu en azından iyi okuyucularına öğretmiştir. Bununla
birlikte, genel olarak bakıldığında nesnel koşullar gerçeklik oluştururlar ve
bir kategori olarak orada dururlar. Olmuş bitmiş bir durum yoktur, mücadele hep
yeniden başlar. Cemil Meriç'in katkısı, belki de kültürel yarıklar dünyasında
evrensel tanınmaya dair bir gelenek oluşturmuş olmasıdır. Yine de verili
değildir, o geleneği yorumcu yeniden kurar.
[1]
Ali Birinci bu sorunları ele aldığı Tarihin
Kara Kitabı’nda şöyle yazar:
“Okuyanların
ve yazanların dünyası mafia dünyası kadar bile kaideleşmemiş ve bir kurum
kültürüne kavuşmamıştır.” (Birinci, 2014)
[2]
Orhan Koçak “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları” makalesinde Tanpınar’ın
sözünü ettiği sorunu “bir edebi mecellenin oluşamaması sorunu” biçiminde ele
alırken, “mecelle”nin “kanon” anlamında ilk kez Yahya Kemal tarafından dile
getirildiğini yazar. Koçak’a göre, Yahya Kemal’in bir yazısında “genel
atmosferini verdiği” Hasan Âli Yücel dönemi kültür politikaları tam da bu sorun
hakkında düşünülen çözümlerden biri olarak karşımıza çıkar:
“Bayatlı
da Gökalp’in katı ikiliğinin yarattığı tatminsizliklere değindiği pasajında
şöyle demekteydi: ‘Bir medeniyeti taklîd etmek merhalesinden çıkmak onu iyi
hazmettikten sonra mümkün oluyor. Bu rüşde ermek için ise onun fen ve tekniği
kâfi gelmiyor; bilhassa zevk, düşünüş, ahlak gibi yeni hayatı yaratan
unsurlarını benimsemek îcâb ediyor.’… Yücel(in) eski ‘Doğu-Batı’ sorununu
dönüştüren bu manevra(sı), en azından bir süre için, Türkiye’nin ‘yaralı
bilinçlerine’ (terim, İranlı yazar Daryuş Şayegan’ındır) bir merhem gibi gelmiş
olmalıdır. Sürekli kültürel teyakkuz ve tıkanma hali geride kalıyor,
evrensellikle yerellik arasında bir uyum sağlanıyordu.” (Koçak, 2001)
[3]
Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi’nin
(2016) önsözünde, Sessizin Payı’ında (2014)
sözü edilen “kültürel yarık”ı tartışıyor ve bunun Fatih-Harbiye’den geriye, “Müslüman Saati” ve “Ezansız Semtler”e götürülebileceğini
ileri sürüyorum.
[4]
Liberal Muhafazakârlık Karşısında
Nurettin Topçu’da bu pasajı Nurettin Topçu’nun epistemik cemaatlar arası
“çatlağa düşme”si ve tanınmamasına işaret etmek üzere epigraf olarak
kullanmıştım. Nurettin Topçu’nun ölümünden bir sene önce, 28 Temmuz 1974’te
“Sağ, Sol, Münzevi Aydın” başlığıyla kaleme alınan bu satırlar Jurnal, cilt 2’de yer almaktadır.
[5]
Hegel’in Tarihte Akıl’daki (1830, 1992)
bu deyişini Yazarın (author) otoritesinin (authority) Tarihe bağımlılığının
veciz ifadelerinden biri olarak yorumlayabiliriz.