Güzel Ruhlu Dostoyevski Okuru
Güzel
Ruhlu Dostoyevski
Okuru
Fırat Mollaer
“Geçen yıl Puşkin
Festivali’nde Dostoyevski, Puşkin’in bir peygamber olduğunu söylemişti ama o bu
sıfatı daha çok hak ediyor.”
V.
S. Solovyev
“Bir tanrıyla
karşılaşacağımızı sanırız.”
André Gide
“Schiller’in güzel
insanlarında hep böyledir: Son ana dek yüceltirler insanı…madalyonun öteki
yanını sezinler gibi olsalar bile…”
Dostoyevski, Suç
ve Ceza
Edebiyat
Cumhuriyeti Pathos’u
Cemal
Süreya, Doğan Hızlan’la eski TRT’de yaptıkları söyleşide şöyle diyordu: “1931
yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O
gün bugün huzurum yoktur. Biyografim bu kadar.” Bu yalın ve çarpıcı biyografide
şaire has bir öznellik seziliyor. Dostoyevski okuma deneyimi, şair ve yazar
biyografilerini süsleyen edebi
tecrübelerden biri olmuştur. Fakat şuraya da dikkat: “Doğdum”, “öldü”, (bu
belirleyici yaşam döngüsünün hemen ardından) “okudum” ve “o gün bugündür
huzurum yoktur.” Tekil bir şairin öznelliğinin yanı sıra büyülenmiş bir okurun deneyimi
de var bu sözlerde.
Bu
deneyim, çoğu zaman, tek bir okurdan ziyade bir topluluğu, okurlardan
müteşekkil bir edebiyat cumhuriyetini ifade eder: Dostoyevski okurları
cumhuriyeti ve pathos’u. Bazen
klişeye de dönüşebilen “bir kitap okudum hayatım değişti” öykülerinin kaynağı olarak
modern dönemde tek bir yazar gösterilmeliyse, o yazar Dostoyevski olacaktır
herhalde. Dostoyevski sadece metniyle değil metne belli bir pathos’la yönelen okurda yarattığı
deneyimlerle de tarihin en özgün yazarlarından biri olmalı. Nasıl
Dostoyevskiyen diye bir metinsel tutum varsa, belli bir Dostoyevski okuma
deneyiminden (ya da deneyimlerinden) de söz edilebilir pekâlâ.
Güzel
Ruh
Dostoyevski,
Çara karşı suikast planlayan yasadışı bir örgütün üyesi olduğu suçlamasıyla
atıldığı cezaevinden 1854’te çıktıktan sonra, sağlığına kavuşuncaya kadar bir
süre geçirdiği Omsk’ta yazdığı mektuplarda, Hegel’in bir kitabını özellikle
ısmarlar: “Carus’u gönder, Kant’ın Saf
Aklın Eleştirisi’ni, bunları gizlice gönderebileceksen aralarına kesinlikle
Hegel’in Felsefe Tarihi’ni de
sıkıştır. Bütün geleceğim buna bağlı.” En kapsamlı Dostoyevski biyografisi
yazarlarından biri olan Joseph Frank, bu son cümledeki aciliyeti,
Dostoyevski’nin “çeviri yoluyla, dikkat çekmeden yeniden yayın dünyasına girme
planının parçası” olarak yorumluyor. Frank’ın belirttiği gibi, Dostoyevski
diğer mektuplarında Hegel çevirisi planlarından söz eder.
Hegel mevzusu pek çok Dostoyevski
yorumcusunun kafasını kurcalamıştır yine de. Hattâ Dostoyevski’nin sanatı
Hegelci felsefeye o kadar fazla sıkıştırılmaya çalışılmıştır ki, Mihail M. Bahtin
ünlü kitabının daha ilk bölümünde bu sorunları ele almak ve “Dostoyevski
poetikası”nın özgünlüğünün Hegelci diyalektiğin çerçevesiyle anlaşılamayacağını
ayrıntılı bir biçimde ortaya koymak zorunda kalmıştır. Bahtin, “felsefi
monolojikleştirme” olarak adlandırdığı yaklaşımın Dostoyevski romanının
çoksesli ve diyalojik doğasını kavramaktan aciz olduğunu vurgular. Dostoyevski
romanı, karşıtlıkları nihai bir sentezde aşmaya yönelen diyalektiğin dünyası
değil, seslerin bastırılmadığı daimi diyalog evrenidir.
Bizim
asıl meselemiz şu: Dostoyevski’nin Hegel felsefesiyle ilişkisi -özellikle tarih
felsefesi açısından- bir muamma olsa bile Dostoyevski okurunun bu felsefenin
bir kavramıyla akrabalığı oldukça açık görünür: “Güzel ruh.” Güzel ruh,
Hegel’in fenomenolojisinde eylemden, temsilden ve aktüel varoluştan yoksun,
içeriksiz bilinç durumlarından biridir. Hakiki bir bilinç ve tanıma durumuna
ulaşmak için kaçınılmaz olan somutlaşma, nesnelleşme veya içerik kazanma
süreçlerinden uzak duran, fakat böyle yaparak kendi gerçekliğini kaybeden, salt
tikel, olumsuz ve sınırlı bilinç biçimine gerileyen öznelliktir. Güzel ruh, gerçekleşmiş
(aktüel) varoluştan, eylemden ve dolayısıyla çelişkiden kaçan, sözde
güzelliğini bu kirlenmemişliğe borçlu olan “cici” varlıktır.
Güzel Ruhlu Okur
Hegel
farklı felsefi amaçlar için kullanmış olsa bile, güzel ruh, bir yazar-düşünürün
etrafında oluşan hâlede, o sıcak aurada da bir yaşam bulur. Kudretli
yazar-düşünürlerin okurlarının kendileri hakkındaki algıları üzerinde
yarattıkları etkiden söz ediyorum. Dostoyevski okuru bu okurların bilinen en
iyi örneklerinden biri olsa gerek. Bahsettiğim okur aynı zamanda “güzel ruh”lu
bir varlıktır.
Bu okur Dostoyevski’nin gerçek siyasi
varoluşu ve eylemiyle hesaplaşmaz. Ona göre Dostoyevski’ye aktüel varoluştan bağışık,
kirlenmemiş bir güzellik nazarıyla bakılması gerekir. Dostoyevski bu varoluştan
ne kadar bağışıksa o kadar cicidir: Cici Dostoyevski.
Ateşli
Dostoyevski-Tolstoy tartışmalarından aşinayız. Dostoyevski okuru bir parça
fanatik de olabilir. Dostoyevski, kendinde, açıklanamaz, metafizik bir büyüyle
sizi yakın okumaya doğru yönlendirir.
Hattâ ahir zaman peygamberi gibi bir misyonla tutar, kaldırır. Varoluşçu ve
metafizik Dostoyevski yorumlarının peygamberane yazarı. Hayatının sonuna doğru
yaptığı Puşkin konuşması bu imgenin tecessüm etmiş halidir. Stefan Zweig bu imgenin
oluşumunu şöyle kaydeder: “Büyülü bir sarhoşluk içerisinde, büyük bir
coşkunlukla başladı konuşmasına (…) derin bir heyecanla (…) Toplulukta
bulunanlar, duydukları heyecandan dize geldiler önünde; bir sevinç ve heyecan
dalgası titretmişti bütün salonu; kadınlar ellerini öpüyorlardı; öğrencilerden
biri ayaklarının dibine düşerek bayıldı.” Dostoyevski konuşma hakkında
Tatyana’ya yazdığı mektupta bunu teyid eder. Dinleyiciler Dostoyevski’ye
yaklaşırlar ve “siz, siz, siz, bizim azizimiz, peygamberimizsiniz” derler,
kalabalık “peygamber, peygamber” diye cezbeye gelir. Dostoyevski bunları büyük
bir coşku ve sevinçle aktarır.
Mistik
Otoriteden Sanatsal Yetkinliğe
Berlin’de
felsefe dersleri veren Hegel’in büyük ihtimalle hiç karşılaşmamış olduğu bir pathos ve teveccüh! Felsefeyi bırakın,
herhalde başka hiçbir yazar kendisine yönelik adeta huşû duygularıyla akan
böyle bir yücelik selini yaratmayı başaramaz. André Gide, erken bir tarihte
kaleme aldığı “Yazışmalarına Dayanarak Dostoyevski”de (1908) bahisleri
yükseltir: “(Dostoyevski’ye yöneldiğinizde) Bir tanrıyla karşılaşacağımızı
sanırız.”
Anlaşılabileceği gibi söz konusu
cazibede Max Weber’in “karizmatik” diyebileceği türden bir otorite var gibi
görünüyor. Bu otorite tıpkı Dostoyevski’nin Rusyası gibi “bunalım dönemlerinin
doğal önderleri” olan, doğaüstü yeteneklere sahip olduklarına inanılan, sadece
“taşıdığı misyona dayanarak itaat ve yandaş kitlesi isteyen” ve bazen ilahi
misyona da yasalanabilen bir etkide temellenir. Fakat Dostoyevski’nin
çekiciliğinin nedenleri bununla sınırlı sayılmaz. Söylemesi bile gereksiz, bir
de tartışılmaz sanatsal yetkinlik ve yaratıcılık boyutu var. İlk büyük
Dostoyevski yorumcularından biri olan Bahtin’in Dostoyevski Poetikasının Sorunları eserindeki Dostoyevski’si
mesela. Bahtin, Dostoyevski romanının Batı’daki en etkili edebi-sanatsal
“model” olduğunu yazar. Buluş, monolojik roman biçimlerine karşı “çoksesli
roman”dır. Bahtin’e göre, birbirinden çok farklı ideolojilere sahip, hattâ
Dostoyevski’ninkine düşman bir ideolojinin içinde düşünen isimlerin onun izinden
yürümelerinin nedeni tam da bu buluşu mümkün kılan “sanatsal irade” ve “yeni
sanatsal tahayyül ilkesinin çekiciliği”dir. Bahtin’in okuması, Dostoyevski’nin
sanatının kuramsal sorunlarıyla sınırlı olan, tarihsel sorunları tümüyle ve
bilinçli bir analitik tutumla dışarıda bırakan bir okumadır.
Yakın
Okuma: Biricik Dostoyevski
Yakın
okuma bundan farklı bir okumadır. Yakın okumanın Dostoyevski’sinde de bir
hakikat anı var, olmalı, bunu her okuru hissetmiştir. Özelleştirici ve kamusal
olandan yalıtan bir an da var ama. Bu okuma sınırlı bir tanımaya işaret eden
kendinde Dostoyevski’yi varsayar. Hegelci anlamda kendinde’dir, kamuya,
öznelerarasılığa açılmaz. Benim Dostoyevskim dersiniz, biriciktir. Gecelerin,
kamusal alanlardan çekildiğimiz anların Dostoyevski’si. Odasına çekilmiş,
muhayyilesi geniş, yalnız kitap kurtlarının, o naif erkekler ve kadınların
Dostoyevski’si. Rusya’da Çarlık otokrasisinin iyice palazlandığı bir dönemde
milliyetçi muhafazakârlığın muhtemelen en ateşli söylevlerinden biri olan Puşkin
konuşmasını yapmamış, Bir Yazarın Günlüğü'ndeki
siyasi yazıları kaleme almamış, Slavcılarla dirsek temasında bulunmamış,
popülist “halkın doğruları” tezini evsiz olduğunu iddia ettiği modern Rus
aydınının yabancılaşmasına reçete olarak ileri sürmemiş (tarihsiz) bir Dostoyevski.
Uzak
Okuma: Tarihsel Dostoyevski
Frank’ın
bir ustalık eseri olan Dostoyevski kitabının alt başlığı sanki böyle yorumlara
karşı bir tutum alma niyetiyle belirlenmiştir: Çağının Bir Yazarı. Zweig’ın naklettiği, kitlesel ve dinî bir
cezbeyle dinlenen Puşkin konuşmasının ideolojik arka planını Frank aydınlatır.
Aslında o festivalde Dostoyevski’nin tarihsel rakibi olan Turgenyev’in
konuşması da büyük bir tezahüratla karşılanmıştır. Festival gitgide Turgenyev
ile Dostoyevski arasında bir meydan savaşına dönmüştür. Bu mücadelenin ardında
ise, on dokuzuncu yüzyıl Rusyası’na damgasını vuran büyük bir ideolojik çatışma
cereyan etmektedir: “Tartışma, dinleyenlerin çok iyi anladığı gibi, ancak pek
küçük bir bölümüyle bir edebiyat adamıyla (Puşkin’le) ilgiliydi; aynı zamanda
Rus kültüründe bütün bir on dokuzuncu yüzyıl boyunca sürmüş, uzun zamandır var
olan Batılılaşma-Slavcılık tartışması da yeniden ısıtılmıştı. Bu olayda
tarihsel davayı kimin kazandığı açıktır: zaferi Dostoyevski kazanmıştır!
Dinleyici kitlesine o kitlenin duymak istediği şeyleri söyledi, kendisini bile
şaşırtan bir zafer kazandı.”
Bu zaferde Rus düşünce tarihi uzmanı
Andrzej Walicki’nin “Dostoyevski’nin Ortodoks ütopyası” olarak adlandırdığı
olgunun Rusya’daki hâkim ideolojik eğilimlerle kesişmesi başrolü oynamıştı:
“Dostoyevski’nin Ortodoks ütopyasının ikide bir karşılaşılan nakaratı (aynı
zamanda Slavseverlerin ütopyasının bir teması olan) halka dönme, ‘yerli
toprağa’ dönme düşüncesiydi.” Puşkin konuşmasının amacı da, Puşkin’in
eserlerinde var olan (yabancılaşmış) “Rus avareleri” ile “halkın doğruları”nı
temsil eden müspet Rus kahramanları arasındaki çatışmaların esas gayesinin
halka, toprağa, Rus tarihsel misyonuna dönüş olduğuna dinleyicileri ikna
etmekti.
Güzel ruhlu okura sevimsiz ve soğuk
görünen uzak okumanın alanındayız. Burada yazar tarihselleşir ve ideolojilerin
dünyasına açılır. Okur ise, bir gündüz okurudur. Büyüye kaptırmaz kendisini, sanatsal
yetkinliğe hayranlık duysa ya da düş görse de, gündüz düşleri bunlar. Uzak
okuma, Dostoyevski literatüründe sorunu tarihselleştirmeye uğraşan çalışmalarda
ortaya çıkar: Naif okurun idealleştirdiği kişi, bir on dokuzuncu asır adamıdır,
o asrın tarihsel eğilimlerinden ve ideolojilerinden bağımsız değildir. Böylece
deyim yerindeyse ayakları havada olan Dostoyevski’nin ayakları yere basar, bir
tür büyüyle ya da dini cezbeyle tanrılaştırılan yazar insanlaşır.
Burada
Dostoyevski okurun niyetlerini tartışırken, Bahtin’in yaratıcı sanatkâr
Dostoyevski’sini yeniden hatırlamalı ve bunları birbirinden ayırt etmeli.
Bahtin sonrasında yirminci yüzyıldaki en yetkin Dostoyevski yorumcularından
biri olan René Girard’ın terimleriyle Dostoyevski “romantik yalan”ın değil
“romansal hakikat”in peşindedir. Bunu yaparken arzuyu, ötekinin konumunu, benin
ötekiye tinsel ve varoluşsal ihtiyacını, aynı zamanda nasıl bir on dokuzuncu yüzyıl
insanı olduğunu açık kılar. Girard, varoluşçu ve romantik okurlarının
Dostoyevski’nin bildirimini temelden yanlış anladıklarını, romansal yapıtı
romantik yapıtla birbirine karıştırdıklarını ikna edici bir biçimde dile
getirir. Nasıl güzel ruhlu okur onu tarihselliğinden yalıtıyorsa, bu okur da yazara
kendi romansal hakikatinde bulunmayan bir kendiliğindenlik, ötekisiz özgürlük,
tanrısallık, tek kelimeyle bir “romantik yalan” atfediyordur. Bu romantik ruhlu
okur, güzel ruhlu Dostoyevski okurunun ikizidir.
Dostoyevski
Okumalarının Seyri
Bu
uzak okumanın bilincine bir kez varıldığında, önceki Dostoyevski, tarihsiz bir
kozadaki yazar gibi görünmeye başlar. Ancak şu da var ki, egemen olan popüler
Dostoyevski imajı yakın okumanınkidir. Dostoyevski yorumlarında edebi-metafizik
boyutla siyasi-tarihsel boyut arasındaki bir irtibatsızlık vardır ve ilk boyut
diğerine galebe çalar. Siyasi-tarihsel yönüyle karşılaşılmak istenmediğinden
üzeri örtülen bir yazar: “Hayır, hayır, benim Dostoyevskim öyle düşünüyor
olamaz...” Dünyanın gerçekleriyle karşılaşmak istemeyen Hegelci “güzel ruh” ve
onun soyut evrenselciliği.
Oysa iyi bakıldığında Dostoyevski’nin
evrenselciliğindeki emperyal tavır da ayırt edilebilir. Dostoyevski, büyük bir
yankı uyandıran o konuşmada Puşkin’e evrensel bir mahiyet arz eden büyük Rus
tarihsel misyonunun habercisi olarak saygı duruşunda bulunur. Bu konuşmanın
kitlelerde uyandırdığı pathos da
büyük ihtimalle Puşkin’in Rusya’nın değerleriyle ve Mesihlik misyonuyla
özdeşleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde
Namık Kemal’in karakterlerinin şematikliğini ve cansızlığını anlatmak amacıyla (Raskolnikov’u
kastederek) “ama Dostoyevski böyle yapmıyordu (…) romanında insan ızdırapları
namına orospunun ayağını öpen bir kahramanı vardı” der. Tanpınar’ın meramı açık
olsa bile ekleyelim: Ayağı öpülen Sonya, Tanpınar’ın anlatmaya çalıştığı
canlılığı ve somutluğu yerel boyutlarıyla da yansıtan bir karakterdir. Mâlûm, Raskolnikov
bir fikrin peşinden koşar, bu yolda “Suç Üzerine” başlıklı bir yazı da kaleme
almıştır: Olağan insanlardan ya da halktan keskin bir biçimde ayrışan “olağanüstü
insanlar”ın yasayı ihlal etme ya da “suç işleme hakkı.” Düşüncede kalmaz, on
dokuzuncu yüzyılda Schiller’den Napolyon’a Batıda dolaşıp duran, yani Batı
menşeili olduğu açık görünen bu fikri dener, uygulamaya koyar bilindiği üzere.
Çağdaşı olan Rus aydınlarının sosyalizmden anarşizme birçok Batılı fikri denediği
gibi. (Dostoyevski'nin roman kahramanları bir ideolojiler çağı olan on
dokuzuncu yüzyılın deneyselliklerinin panoraması gibidir.) Sonuç: Raskolnikov’un
modern Batılı bir fikir neticesinde meydana gelen sarsıntılı ruh buhranları ve
ardından Sonya’ya ve ailesine, olağan insanlara, halka daha farklı bir
anlayışla yönelmesi. Sonya ve ailesi neredeyse bütün Dostoyevski romanlarında
geçen, düşkün ama kendinde bir cevher taşıyan, potansiyellerinin harekete
geçmesi için yapısal bir dönüşüme ihtiyaç duyan tipler. Tıpkı Dostoyevski’nin
Rusya’nın tarihsel misyonu için düşündüğü gibi: Bir tutam “yalnız ve güzel
ülkem” kalıbından alınız, ona bir ölçü Oğuz Atay’ın Günlükler’indeki “Batıdan farklı bir fikri ifade etmeyi nasıl
becermeli?” sorusunu katınız, popülist heyecanlara sahip bir Dostoyevski tadı
elde edeceksiniz. Farklı politik coğrafyalarda birbirine benzer tezahür eden
modernlik eleştirisi kalıpları. Dostoyevski’de popülizm, modernlik eleştirisine
bitişik durur. Peki Raskolnikov’un yabancılaşmadan kurtuluşu, Rus evine dönüşe
hiç mi benzemiyor? Sonya ve ailesine yönelişi, Rus evini de temsil ediyorlar
veya başka bir yerde dediği gibi halkın doğrularını. Dostoyevski’nin eve dönme
kalıbı.
Sonuç
olarak, Dostoyevski’de hep iki düzeyli örülür iş: Evrensel-tikel. Soyut
evrenselciliği kof bulan bir yazar/düşünür için tutarlı bir örgü. Bu örgüyü
ıskalayıp Dostoyevski’yi kendi yorumunun hilafına okuyanlar, güzel ruhlu
okurlar. Bruce K. Ward, Dostoyevski’nin
Batı Eleştirisi’nde bizi bu metafizik ve siyasi olmak üzere iki uca
dağılmış Dostoyevski okumalarına karşı uyarır. Ward, Batı sorunu Dostoyevski’de
öyle merkezidir ki der, Budala’nın
önemli sayfalarından birinde Prens Mişkin’i Batının krizine yönelik uzun uzun
konuşturmasının oluşturduğu estetik uyumsuzluk da, Dostoyevski sanatının ve
genel olarak roman sanatının en güzel örneklerinden biri olan Karamazov Kardeşler’in “Büyük
Engizisyoncu” bölümü de doğrudan bu sorunla ilişkilidir.
Sonsöz:
Sevgi ve Tanıma
Konu
Dostoyevski olunca, aceleyle kesin bir karara varmanın riskler taşıdığı ince
bir çizgi var gibi görünüyor. Aslına bakılırsa, düşünürler konusunda açıklamaya
direnen egzantrik tutumlara ılımlı yaklaşmakta hiçbir sakınca yok. Düşünür
bazen bir aracı olur düşünce sevgisine, kişi düşünürü sevdiğini düşünürken
düşünceyi sevmiş olur. Hegel’in aklın kurnazlığı dediği şeyin en hoş
formlarından biri olabilir bu. Diğer yandan, bir okur için Aristoteles’in
trajediye özgü olduğunu söylediği, anagnorisis,
bir tanıma anı da var sanki: Yakından uzağa, kendinde’den kendi için’e. Öyle
sanıyorum ki, bu kritik andan geçmeyen bir okur, yazarını tam olarak tanıyamaz.
Kaybetmekten endişe duyduğu bir nesneyle iş görür, endişe düzeyi arttıkça
hırçınlaşır.
Metinde
Geçen Kaynaklar
Ahmet
Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk
Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan, 1997.
André
Gide, Dostoyevski, çev. Bertan
Onaran, İstanbul: De, 1965.
Andrzej
Walicki, Rus Düşünce Tarihi-1760-1900:
Aydınlanmadan Marxizme, çev. Alâeddin Şenel, Ankara: Verso, 1987.
Bruce
K. Ward, Dostoyevski’nin Batı Eleştirisi,
çev. Güneş Ayas, İstanbul: İthaki, 2018.
Dostoyevski,
Suç ve Ceza, çev. Ergin Altay,
İstanbul: İletişim, 2004.
Hegel,
“Tin”, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz
Yardımlı, İstanbul: İdea, 1986.
Hegel,
“Morality”, Hegel’s Philosophy of Right,
çev. T. M. Knox, Clarendon Press, 1942.
Joseph
Frank, Dostoyevski: Çağının Bir Yazarı,
çev. Ülker İnce, İstanbul: Everest, 2017.
Max
Weber, “Karizmatik Otoritenin Sosyolojisi”, Sosyoloji
Yazıları, çev. Taha Parla, İstanbul: Hürriyet Vakfı, 1993.
Mihail
M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının
Sorunları, çev. Cem Soydemir, İstanbul: Metis, 2015.
René
Girard, Romantik Yalan ve Romansal
Hakikat: Edebi Yapıda Ben ve Öteki, çev. Arzu Etensel İldem, İstanbul:
Metis, 2001.
Stefan Zweig,
“Dostoyevski”, Üç Büyük Usta, çev.
Ayda Yörükan, Ankara: Türkiye İş Bankası, 2000.