Tanpınar'ın Kehanetleri-Tekno-Muhafazakâr Tahribatın Gündelik Yansımaları
TANPINAR’IN
KEHANETLERİ
Kentsel
Deneyim, Hafıza ve Tekno-Muhafazakâr Tahribatın Gündelik Yansımaları
Fırat
Mollaer
Her
şehir değişir, İstanbul çözüldü.
Ahmet
Hamdi Tanpınar
Deneyim
kavramının kendisi muamma olsa bile deneyimin değeri sorunu görece açık bir
vaziyet arz eder: Bu çoğu zaman kamusal bir mesele olmuştur. Modern dünyada
deneyimin krizde olduğunu ileri süren (Walter Benjamin’den Giorgio Agamben’e)
düşünürler tarafından kastedilen sözcüğün pozitif yükü de bu kamusal meseleyle
ilgilidir.[1] Aslına
bakılırsa, deneyimi merkezine yerleştiren ilk modern siyasal akım
muhafazakârlıktı. Muhafazakârlık tek “deneyim şarkısı” olmasa bile modern
döneme has deneyim şarkılarından biridir. Muhafazakârlığın babası sayılan
Edmund Burke Fransız Devrimi Üzerine
Düşünceler’de (1790) Fransız devrimcilerine yönelik eleştirisine şöyle
başlıyordu: “Paris’te şu aralar hiç moda olmayan bir şeye, yani deneyime başvurmayı göze alacak
olursam…”[2] Burke,
rasyonel siyasi tasarımlara karşı tarihten süzülen bilgelik olarak düşündüğü
“tarihsel deneyim”i Fransız devrimcilerinin akılcılığına (ve yeni deneyler
anlamındaki devrim programlarına) muhalefet etmek için ortaya atıyordu. “Deneyim
krizi”nden bir kapitalist modernlik eleştirisine varan radikal düşünürlerin
yaptığı unutulmaz kehanet ise bundan farklıydı: Kapitalist modernlik temel
olarak deneyimin indirgenmesidir.
Yerel
bağlamımız evrensel soruna kendi damgasını vurmakta fazlasıyla mahir. Söz
konusu deneyim krizi yine ileri modernliğe özgü koşullarla fakat özellikle bir
tür muhafazakârlık (“tekno-muhafazakârlık”) tarafından destekleniyor. Muhafazakârlığa
has “tarihsel deneyim”in ideolojik aygıtlarla sahnelendiği[3] bir
dönemde deneyimin krize girmesinin çelişkilerine tanıklık ediyoruz. Bunun kendisini
en fazla gösterdiği yer, deneyimin dayanak noktalarını kaybettiği zamanda ve
mekânda gerçekleşen hızlı dönüşüm. Kapitalizm zamanı “çığırından çıkarmaya”
devam ediyor; muhafazakârlığın yeni uygulamaları ise bunu mekânla tamamlıyor: Geç
kapitalizmle muhafazakârlığın aile saadeti!
Kesişen Deneyimler
Geçenlerde
sahafta rastladığım bir arkadaşım, lise ve üniversitede müdavimi olduğu kamusal
mekânların izlerini sürmeye kalktığında sürekli bir boşlukla karşılaştığını,
kendi hatıralarını takip etmenin mümkün olmadığını söylüyordu. Kentin muhafazakâr
(sembolik) değerinde bahis yükseltilirken, üstelik İstanbul’un fethi söylemi
ideolojik bir gösteriye dönüşmüşken yaşanan bu gündelik hafızasızlık, bu
çelişki nasıl izah edilebilir?[4] Derken, Narmanlı
Han’da devam eden restorasyon faaliyetinden bir görüntüyle karşılaştım. Tarihî Narmanlı
Han’a, kozmetik piyasasına indirimleriyle giren ve indirim günlerinde “tüketim
toplumu” dedikleri türden izdihamlar yaşanan bir firmanın şubesi açılmıştı! Bir
anda, iki deneyim, arkadaşımın İstanbullulardan duymaya çok alıştığım gerçek
deneyimiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kafamda bir hayalet gibi gezen muhayyel
deneyimi kesişti. Bu gelişme karşısında diğer pek çok edebiyatçı gibi Narmanlı
Han’ın müdavimlerinden biri olan Tanpınar ne düşünürdü?[5] Bu soru,
ortak noktaları bir kriz olan iki vakayı, kentsel hafızası gitgide yok olan
arkadaşımın gündelik deneyimiyle geniş anlamda bir Türkiye toplumu deneyimi,
dar anlamdaysa Narmanlı Han deneyimi olan Tanpınar’ın deneyimlerini bir şekilde
birleştirdi.
İki Tanpınar ve Yeni Sorular
Tanpınar,
içinde klasik muhafazakâr izleklerin geçiş yaptığı bir edebiyat ve düşünme
biçimi geliştirmişti. Ne var ki, soruya hazırlıksız yakalanacak -kelimenin menfi
anlamıyla- naif bir muhafazakâr değildi. Öyle ki, biri çıkıp Tanpınar’ın bahsettiğimiz
gelişmeyi bir kâhin gibi öngördüğünü ileri sürdüğünde şaşırmamalı. Çünkü insan
kendisini vererek okursa, Tanpınar’ın metinlerinde, klasik muhafazakârlığın
bazı temalarının yanı sıra, içinde yaşadığımız sosyal, kültürel ve politik
gerçekliğe dair son derece öngörülü teşhislerin bulunduğunu da fark eder. Görünen
o ki, Tanpınar’ın muhafazakârlığı kısmı daha iyi bilinirken diğer boyut biraz
gölgede kalıyor. Onu ortaya çıkarmak için yerleşik imgesini şöyle bir sarsmak
ve buna karşı gelişen başka imgeleri belirginleştirecek bir kazı yapmak
gerekiyor.
Tanpınar düşüncesi üzerine yorumlar
temelde iki hat arasında bölünmüştür. Tanpınar bir yandan muhafazakârlığın öncü
isimlerinden biri sayılır, diğer yandan bir modernlik anlayışının temsilcisi.
İkinci yorum hattı özellikle 1990’larda gelişti ve Tanpınar yorumlarında entelektüel
ağırlığını gittikçe daha fazla kabul ettirdi. İlki ise gerek muhafazakârlar
tarafından gerekse fiilen var olan muhafazakârlığın öncülerine yönelik tepkisel
bir duyguyla hâlen itibar görmeye devam ediyor. Kendi okuma deneyimimde ikinci
yorum hattı gitgide ağırlık kazandı, “muhafazakârlık” temasından Tanpınar’ın
bir tür estetik modernlik yaklaşımının temsilcisi olduğuna doğru… Yorumdaki bu
değişiklik Tanpınar’ı günümüzde muhafazakârlığın aldığı yeni siyasal-ideolojik
biçim olan “tekno-muhafazakârlık”la karşılaştırmalı olarak okumama da imkân sağladı.[6]
Bu
bölünme bazı soruları beraberinde getiriyordu: Tanpınar kimdir? Onun
düşüncesini nasıl yorumlamalıyız? O meşhur soruyla: Tanpınar modern midir yoksa
muhafazakâr mı? Tanıdık sorular. Bundan böyle, bütün bunları somut ve pratik
bir niyetle kuşatıp tamamlayan bir başka soru sormalı: Günümüzün sosyal,
siyasal ve kültürel gerçekliğinde Tanpınar okumanın ne faydası var?
Tanpınar Düşüncesinde Küçük Bir Kazı[7]
Bu
soruya Tanpınar külliyatının özünü teşkil eden romanlarından hareketle de yanıt
aranabilir. Roman yazarı Tanpınar’ın illaki bir cevabı vardır. Edebiyat
tarihçisi Tanpınar’ın da. On Dokuzuncu
Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ndeki şu cümleler Tanpınar’ın kendisini ne kadar
iyi tanımlamaktadır: “Nâmık Kemal’in eserini yalnız bir edebiyatçının eseri
olarak mütalâa etmek bizi daima yanıltır. O, cemiyet karşısında müspet bir
vaziyet alan, muayyen teklifleri bulunan bir muharrirdir.”[8] Dolayısıyla
soruya Türkiye toplumunun sosyal-ruhsal-kültürel zımnî sözleşmeleri üzerine
düşünen, Türkiye toplumunun sorunları karşısında belli tutumlar ve teklifler
geliştiren muharrir-düşünür Tanpınar’dan hareketle cevap vermeyi deneyelim. Bu
deney bizi doğrudan anılara, günlüklere ve denemelere götürür.[9]
Mesela, Nisan ve Mayıs 1958
tarihlerinde, Cumhuriyet’te parça
parça yayımlanan “Paris Tesadüfleri” denemesi. Yazı Tanpınar’ın 1953’teki
gezisinde kaleme almaya başladığı Paris izlenimlerinden ve günlüklerinden
etkiler taşır. Bir giriş bölümüyle, “Meşhurların Evleri”, “Tablolar Önünde
İken” ve “Tiyatrolar ve Kafeler” bölümlerinden oluşur. Bizim için asıl önemli
olan “Tiyatrolar ve Kafeler” başlıklı son bölüm.
Tanpınar bu izlenimler dizisine
Champs-Élysées’te oturduğu kahveden başlar, oradan “Katedralde Ölüm” oyununu ve
Louvre’u anlatıp daha büyük bir iştahla tasvir edeceği Procope’a geçer. Önceki
gün St. Germaine’de vakit geçirirken eline Paris’in ilk kahvesi olan Procope’un
yeniden açıldığına dair bir reklâm tutuşturmuşlardır. Aydınlanma düşüncesinin
önde gelen kamusal mekânlarından biri olan bu kahvede Diderot’nun ve bütün
ansiklopedistlerin oturdukları masalarda oturmanın ne kadar heyecan verici
olacağını düşünerek gece birkaç dostuyla yola koyulur. Hisselerine Voltaire’in
masası düşer. Voltaire’in bakışları arasında yemek yenir ve kahveler içilir.
Tanpınar Napolyon’un gençliğinde gittiği Régence kahvesinin tamir yüzünden
kapalı olmasına hayıflanır. Bu arada bir toplumsal-kültürel mukayese hemen
devreye girer, Paris izlenimleri Türkiye notlarına dönüşüverir:
“Galiba
Voltaire’i Diderot’yu, Napoléon’u hiç düşünmeden hatırlamak için en iyi
çarelerden biri de budur. Bununla beraber bu eski kahvenin… hiç olmazsa adının
ayakta durmasında, tıpkı iki asır evvel olduğu gibi, bir takım insanların oraya
gene kahve olarak gidebilmesinde hayatı
zenginleştiren ve insanı destekleyen bir şey var. Bizde olsaydı evvelâ
kahvelikten çıkardı, berber, muhallebici dükkânı, bugünlerde banka şubesi
yapar, daha sonra da bir çaresini bulur, belki de Voltaire’in ve arkadaşlarının
hatırasına saygı göstermek için yıkardık…”[10]
Son
cümledeki ironi Saatleri Ayarlama
Enstitüsü’nü (1961) hatırlatıyor, paragrafın bütünü ise kendi dönemi ve
tarihsel bağlamı içinde yorumlamamızı şart koşuyor. Zira Tanpınar şöyle devam
eder:
“Değişmekten
o kadar korkan, zihniyetlerinde, modalarında hiç değişmiyen Şark, eşyayı, müesseseleri yerinde
bırakmağa bir türlü razı olamaz. Unutulması, kendi köşesinde, kendi hayatını
rahatça yaşaması gereken şeyler bizi âdeta rahatsız ediyor.”
Kendi
içindeki gelişimini, değişimini ve farklılaşmasını çözümlemek ilginç olabilirdi
ancak burada şunu tespit etmekle yetinelim: Bir Tanpınar Şarkiyatçılığı
başından sonuna kadar var olmuştur. “Şark ve Garp”tan (1934), 1940’ların On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin
önsözüne ve yukarıda alıntılanan metnin yer aldığı 1950’lerin “Paris
Tesadüfleri”ne.[11]
Şarkiyatçılık 1960’lardan itibaren eleştirel bir biçimde sorgulanmaya başlansa
bile Edward Said’in çığır açıcı eleştirel girişimi için 1978’i beklemek
gerekiyordu. Tanpınar’ın “Şark” kelimesi tercihini bu eleştirel söylemin
dolaşıma girmesinden önceki müesses kullanımın bir örneği olarak okuyabiliriz. Fakat
bir soruyu akılda tutmak kaydıyla: Her ne kadar düşüncesinde Şarkiyatçı bir
Şark söylemi ilk çalışmalardan beri var olmuşsa da, Tanpınar Demokrat Parti (DP)
otoriterliğinin zirvesine çıktığı bir dönemde (Mayıs 1958) ve iktidarın
hedefindeki Cumhuriyet gazetesinde
yazarken “Türkiye” diyeceği yerde “Şark” diyor olmasın?[12] Bu
Şarkiyatçılık sorununu değiştirmez belki -belirli bir topluma referans
göstermek yerine “Şark”tan söz etmek Şarkiyatçı söylemin alâmet-i
fârikalarından biridir zâten- ama sorunun bağlamını görünür kılar. Keza takip
eden cümle, bir serzenişle, konuyu Türkiye’nin modernleşme tarihindeki
sorunlara doğru çeker:
“Ah
Namık Kemal, ne olurdu bize her şeyden evvel bir ‘seviye meselesi’ olan
hürriyet kelimesi yerine, o kadar âşıkı olduğun medeniyetin ‘birikme’ olduğunu
ve gerçek ilerlemenin ‘mevcudu muhafaza etmek’ gibi bir esas şartı bulunduğunu
öğretseydin!”
Türkiye
bağlamına ulaşsak bile mevzuyu gerçek tarihsel mecrasına yerleştirmek ve
Kemalizm’e yöneltilmiş tipik bir muhafazakâr eleştiriden fazlası olduğunu
anlamak için dönemin mimari tarihine bir bakış atmak faydalı olabilir.
Muhafazakâr Tahribatın Gündelik Yansımaları: DP’den AKP’ye
Türkiye’de
muhafazakârların 1980’lerden itibaren geliştirdiği ve özellikle 2000’lerden
sonra akıl almaz bir ideolojik besin devşirmeye başladığı “Kemalist kopuş” tezi
basiretimizi bağlamasın. İçinde yaşadığımız toplumsal-politik gerçeklik, bundan
böyle benzer bir belirlemeyi 1950’lerde muhafazakârlığın kuruluşu için
yinelememiz gerektiğini açık biçimde ortaya koyuyor. 1950’lerdeki radikal
kopuşun günlük hayata yansıyan dramatik sonuçları yeterince incelenmemiştir.
Gerçekten Türk muhafazakârlığının
gelişip güçlendiği DP döneminde yaşanan radikal kopuşun günlük hayata yansıyan
sonuçları çok az araştırmanın konusu olabilmiştir. Bugün çoğu kişiye şaşırtıcı
görünebilir ama muhafazakâr DP hükümetinin o dönemde yürütmüş olduğu mimari
program, tam da Tanpınar’ın kastettiği (“değişmekten o kadar korkan,
zihniyetlerinde, modalarında hiç değişmiyen Şark, eşyayı, müesseseleri yerinde
bırakmağa bir türlü razı olamaz”) bir yaratıcı yıkıcılığa dayanıyordu. Başbakan
Adnan Menderes İstanbul’u “yeniden fethetmek”ten söz ettiğinde, muazzam bir
imar ve restorasyon hareketi bunu takip ediyordu.
1950’lerin başlarında, -1953’te
gerçekleşecek- İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü kutlamaları siyasetin
gündemine oturmuştu. Aslına bakılırsa, fetih kutlamaları için hazırlıklara
1939’da başlanmış, savaşın araya girmesi nedeniyle konu 1940’ların sonunda
yeniden ele alınabilmiş, 1950’lerin başlarından itibarense bir “rövanş”
duygusuyla yürürlüğe konmuştur. Akademik anlamda çok az araştırılmış bir konu
olan fethin 500. yılı kutlamaları, “Türk muhafazakârlığı açısından bir dönüm
noktası teşkil eden önemli bir teşebbüstür.”[13] En az bunun
kadar önemli olan paralel gündem ise Cumhuriyet Türkiyesi’nde kendisini muhafazakârlıkla
inşa eden ilk siyasi parti olan DP’nin İstanbul’un muhafazakâr sembolik
değerini üstlenmesiydi. İstanbul’un fethi gündeminin (muhafazakâr) İstanbul’un
yeniden fethine dönüşmesi böyle gerçekleşti, ideolojik ve mimari programlar
birleşti.
Muhafazakâr hükümetin yarattığı yeni
siyasal iklimde fetih hazırlıkları bir gövde gösterisine dönüşüyor, muhafazakâr
dernekler açılıyor, muhafazakârlığın belli başlı kültürel-tarihsel temaları
belirginleşiyordu. Kemalist rejimin harabelerle baş başa bıraktığı İstanbul
muhafazakâr sembolik değerine kavuşturulacaktı. Öte yandan, bir ideolojik
yatırım nesnesine dönüştürülen İstanbul’un somut tarihsel ve kültürel varlığı
yoğun bir tahribata maruz kalıyordu. İmar faaliyetinin yıkmak, cadde ve bulvar
açmak olduğu DP hükümeti döneminin ikinci yarısında iyice anlaşıldı. Yol
genişletme, geniş ve düz caddeler açma veya imara açma çalışmaları sırasında
yerle bir edilen veya nakledilen tarihî eserler arasında, (fethin 500.
yıldönümü kutlamalarında muhafazakâr bir ikona dönüştürülen) Fatih dönemine ait
olanlar ve Mimar Sinan tarafından yapılanlar da dahil olmak üzere, kırk altı
cami, çok sayıda hamam, mescit, sebil ve mezarlık bulunmaktaydı. Bir mimarlık,
restorasyon ve özellikle İstanbul’un koruma tarihi uzmanı olan Altınyıldız’ın
deyişiyle: “(M)uhafazakâr iktidar, harabeleri ortadan kaldırmak isterken başka
harabeler üretir. Diğer bir ironi ise, inkılâpçıların kaçındığı yıkımlara tam
da bu gelenekçilerin cesaret etmesi olur.”[14]
Meşhur muhafazakâr “sentez”in ilk
uygulamalarından biri gerçekleşmişti: Osmanlı geçmişini Kemalizm’e karşı rövanş
doğrultusunda yücelten kültürel muhafazakârlıkla Haussmann tarzı bir
modernleşmeci kent anlayışının birlikteliği. Türkiye’de “muhafazakârlar neyi
muhafaza etmek ister?” sorusunun eleştirel bir biçimde sorulmuş olması gereken
ilk dönem bu olsa gerektir. İstanbul’un yoğun bir kentleşme, göç ve mimari tasarım
faaliyetiyle yıkıcı bir biçimde
dönüştüğü bu dönem Tanpınar’ın asıl muhatabıdır. 25 Eylül 1960 tarihinde Beş Şehir’e yazdığı önsözde kitabın
konusunu “hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye
karşı beslenen iştiyak” olarak tanımlayan Tanpınar.[15] Tanpınar,
ilk baskısı 1946 yılında yapılan kitabın ikinci baskısına (1960) bir önsöz
eklemenin yanı sıra hacim olarak genişletmiştir. Elbette Beş Şehir DP döneminde İstanbul’daki mimari uygulamaların
muhasebesini tutan bir eleştiri kitabı değildir, ancak kitabın en fazla değişen
bölümü DP döneminde yoğun bir imar faaliyetinin nesnesi olan İstanbul’dur.
İlk
soruyu yeniden ele alarak bitirelim: “Değişmekten korkan Şark”ın çelişkili yıkıcılığına
işaret ederek kültürün katmanlarındaki vandallığı teşhis eden muharrir Tanpınar,
hayatının bir dönemini geçirdiği Narmanlı Han’ın durumu hakkında ne düşünürdü
acaba? Burada rahatsız edici bir tanıdıklık, kehanete benzer bir teşhis yok mu?
Hakikaten, insan, kesif bir kültürel muhafazakârlıkla öncü liberallerin bile
başını döndürecek kapitalist modernleşmenin çelişkili birlikteliği üzerinde
yükselen “tekno-muhafazakârlık” dünyasının uygulamacılığını düşündükçe
Tanpınar’ın bir kültür eleştirmeni olarak yaptığı kehanetleri hatırlamadan
edemiyor.
[1] Martin Jay, Deneyim Şarkıları: Evrensel Bir Tema Üzerine
Modern Çeşitlemeler, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis, 2012, s. 18
vd.
[2] Aktaran: Raymond Williams,
“Experience (Deneyim, tecrübe)”, Anahtar
Sözcükler: Kültür ve Toplumun Söz Varlığı, çev. Savaş Kılıç, İstanbul:
Metis, 2005, s. 151-152.
[3] “Tarihsel deneyim”de -ideoloji
katılmamış- yaşanan hakiki/saf geçmiş deneyimler iması var. Aslında başından
itibaren muhafazakâr ideolojiyi tanımlayan öğelerden biri olmuştur bu. Oysa
pratikte asıl olup biten bunun ideolojik aygıtlar tarafından sahnelenmesi. Devletin
ideolojik aygıtlarınca işlenen deneyim, saf geçmiş deneyimden ziyade şimdinin
ibriğinden geçirilerek “icat edilmiş” geleneğe benzer. Tarihten kendiliğinden
süzülüp gelen bir gelenekten değil -Hobsbawm ve Ranger’in terimleriyle- “gelenek
icadı”ndan söz ediyoruz. Eric Hobsbawm-Terence Ranger (der.), Geleneğin İcadı, çev. Ahmet Murat Şahin,
çev. Mehmet Murat Şahin, İstanbul: Agora, 2006.
[4] Bu çelişkinin ideolojik
anlamını şu kitapta çözümlemeye çalışıyorum: Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi: Politik Denemeler, İstanbul: İletişim,
2006, özellikle bkz. s. 15-19.
[5] Laf arasında: Kimileri bir
“Tanpınar endüstrisi” oluştu diyor yarı alaycı/”eleştirel” bir tonda ama iş ya
bir endüstriyel faaliyet değil de kafadaki seslerden birine, bir eleştirel diyaloğa
dönüşmüşse?
[6] Özellikle bkz. Tekno-Muhafazakârlığın Eleştirisi, s.
146-150. “Tekno-muhafazakârlık” tezinin kalkış noktası, tekno-muhafazakârlığın
Türk muhafazakârlığının gelişimi içinde -ilk evreyi temsil eden- klasik
muhafazakârlıktan farklı bir evre ve siyasal/ideolojik form olduğudur.
Tekno-muhafazakârlık klasik evreye çok şey borçlu olabilir ama onu dönüşüme
uğratan, ileri kapitalizm koşullarına özgü bir formdur. Bunun en bariz
göstergesi, klasik muhafazakârlığın temel özelliklerinden biri olan itidal ve
toplumsal değişimin hızının ölçülülüğü izleğinin tekno-muhafazakâr evrede
berhava olmasıdır. Daha fazla bilgi için bkz. “Tekno-Muhafazakârlığı
Haritalamak: Yeni Eleştiri Güzergâhları”, Tekno-Muhafazakârlığın
Eleştirisi, s. 35-75.
[7] Büyük arkeolojik kazı veya
Tanpınar yorumlarında başka bir Tanpınar’ı ortaya çıkaran büyük yorum değişmesi
1990’larda gerçekleşmişti. “Klasik Muhafazakârlığın Serencamı” yazısında bu
konuda literatürü toparlarken, kazıda emeği geçen Berna Moran, Orhan Pamuk,
Orhan Koçak, Tanıl Bora ve Nurdan Gürbilek gibi yorumcuların katkılarını
değerlendirmeye çalışıyorum. Bkz. Türk
Muhafazakârlığında Bir Cevelan, İstanbul: Dergâh, 2017.
[8] Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi,
İstanbul: Çağlayan, 1997, s. 425.
[9] Tanpınar’ın günlüklerinin
yayınlanmasından sonra oluşan tepki de başka bir Tanpınar’ın ortaya çıkışıyla
ilgiliydi kısmen. Kitabı hazırlayanların
başlık için seçtikleri ifadeden hareketle söylersek, günlükler yayımlandığında
-muhtemelen o zamana kadar olduğundan daha aşikâr bir biçimde- başka bir
Tanpınar’la baş başa kalmıştık. Bkz. İnci Enginün-Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa,
İstanbul: Dergâh, 2008.
[10] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Paris
Tesadüfleri”, Yaşadığım Gibi, haz.
Birol Emil, İstanbul: Dergâh, 2000, s. 276.
[11] “Şark ve Garp” için bkz. Ahmet
Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı:
Derlenmemiş Yazılar, Anket ve Pöportajlar, haz. İ. Dirin-T. Anar-Ş.
Özdemir, İstanbul: YKY, 2002, s. 31-37.
[12] Benzer bir durum Nurettin
Topçu’nun Paris’teki Orhan Okay’a yazdığı mektuptaki “Şark”ta da var gibi
görünüyor: “Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette
dostlarım kalmadı gibi bir şey… İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama
ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim… Ahlâksızlığın ummanı olan bu Şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada
insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu?
Onlar Şark’ın en aşağı tabakasını
teşkil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle Müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlâk; ne de Allah
uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp insanlık devrine girmeleri
lazım…” M. Orhan Okay, “İstanbul, 11 Nisan 1965 (tarihli mektup)”, Anadolu’dan Hatıralarla: Nurettin Topçu’nun
Mektupları, Ankara: Cümle, 2016, s. 139.
[13] Beşir Ayvazoğlu, “Türk
Muhafazakârlığının Kültürel Kuruluşu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, cilt
5, Muhafazakârlık, ed. Ahmet Çiğdem, İstanbul: İletişim, 2003, s. 524.
[14] Nur Altınyıldız,
“İmparatorlukla Cumhuriyet Arasındaki Eşikte Siyaset ve Mimarlık”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, cilt 5,
Muhafazakârlık, ed. Ahmet Çiğdem, İstanbul: İletişim, 2003, s. 185.
[15] “Önsöz”, Beş Şehir, İstanbul: YKY, 2001, s. 23.